Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi (1846, 17 Ekim 1914)
Tanınmış Türk mutasavvıf, düşünür ve aynı zamanda tanzimat döneminin en verimli yazarlarından. Maddeciliğe karşı çıkmış, çağdaşı ve materyalistleri yoğun biçimde tenkid etmiş, metafizik eserler kaleme almıştır. Filibe doğumlu olan Ahmet Hilmi bu nedenle Filibeli olarak anılmaktadır. Babasının görevi (şehbender/konsolos) nedeni ile de şehbenderzade olarak anılır. Eğitimini Galatasaray Lisesi’nde tamamladıktan sonra Düyûn-ı Umûmiyye’de çalışmaya başlamış, Beyrut’a atanmıştır. Siyasi meseleler yüzünden buradan kaçmış en sonunda da İstanbul’a dönmüş. Fakat burdan da Fizan’a sürülmüştür. Bu yıllarda tasavvufa olan ilgi alâkası da artmış, Vahdet-i Vûcud inanışına bağlanmış, fikirlerinde tasavvufun büyük etkisi olmuştur.
Masonluk ve siyonizm gibi maddecilik ve dinsizlikle uğraşmak adına, meşrutiyetin ilanıyla İslam’a hizmet düşüncesiyle 1908’de İstanbul’a dönmüş ve burada İttihat-ı İslam adlı gazeteyi çıkarmaya başlamıştı ki çeşitli siyasi engeller ve daha birçok neden yüzünden gazete, uzun soluklu olmayı başaramamıştı. Koordinede bulunduğu gazetelik mecrasını kapattırmış olsalar da başka (ör. Hikmet Gazetesi) gazeteler çıkarmaktan ve yazmaktan vazgeçmemiştir.
Önüne çıkan engellerle mücadele etme yollarından biri, karşı fikirli insanların da yaptığı faaliyetten yola çıkarak o zamanda kurulmuş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni eleştirmekten geri kalmamıştır. Ekim 1914 yılında masonlar tarafından İstanbul’da zehirlenerek öldürüldüğünü söyleseler de daha sonraları bakır zehirlenmesi olarak değiştiriliyor.
Hayatını felsefeye karşı tasavvufu savunarak geçiren yazar, 1910 yılında kaleme almış olduğu ve bizim de incelemek üzere ele almış olduğumuz amak-ı hayal (hayalin derinliklerinde) eserindeki Raci, karakterinin kişiliğinde, felsefenin insan hayatına mutluluk katamayacağını ancak Allah’ı anmakla mutlu olabileceğini (rad suresi), yaratıcının birliğini, vahdetini kabul etmekle olduğunu savunmuştur. Büyük arzu ve önemle yazılan kitap, Tasavvuf Edebiyatı arasına girmeyi başarıyor.
Zübde-i âlem olarak dünyada anılan “insan” Mahluktan Halik’te (evrenin yaratıcıda) olması, Tanrı ile evren arasında öz bir bağın ve birliğin bulunması görüşünü de aktarmıştır. İslamiyetten önce de bu görüşü savunan; Permenides’le başlayan Eflatun’la büyüyen ve daha sonraları Hallac-ı Mansur, Nesimi, Muhyiddin Arabi gibi bilginleri tarafınca da devam ettirilmiş bir görüştür.
19. yüzyılda ise bu görüşün en iyi savuncusu ve ispatlayıcısı olarak kaleme almış olduğu eserden de anlaşılacağı üzere Filibeli Ahmet Hilmi olmuştur. Tasavvufun anlaşılması, hadiselerin değerlendirmelerinin yerinde yapılması gibi olayları ele alarak amak-ı hayal (hayalin derinliklerinde) eserinden önce de kırka yakın eser bırakmıştır.
Kitabında materyalistlerin düşünce sığlıklarını ve muhayyalin gücünü göstermek niyetiyle yazılmış bir eser diyebiliriz çünkü eserde fazlasıyla hayale yer vermiş ve şu konulara değinmiş bir şekilde: varlık, hiçlik, kainatın sırları, yaratılışın gayesi ve ruh gibi sıradışı sorular ve cevaplarıyla okuyucularını şaşırtıyor.
Eserin tamamı 23 “fantastik” hikayeden oluşarak; iki bölümden meydana gelir. Ağır bir dil kullanılmış olması münasebetiyle bizlere üstad Bediüzzaman Said Nursi’ye ilham ettirilmiş olan Risale-i Nur hatırlatılıyor.
Raci yani rücû eden anlamına gelen ve bu ismi taşıyan kitabın baş kahramanı Ahmet Raci, rüya alemine dalmalarını anlatarak çoğu yerde söz sahibi olurken bazı yerlerde de yazar konuyu ele alarak anlatmaktadır.
Eserin birinci bölümü daha çok fantastik maceralardan, mistik olaylardan bahsederken; ikinci bölümü ise gerçek hayata daha yakın bir şekilde anlatılır…
Kitap “Raci’nin Aynalı Baba ile karşılaşması” ve “Manisa Tımarhanesinde” olarak önümüze getiriliyor.
Birinci bölüm dokuz günden, gece gördüğü ya da daldığı hayallerden oluşmaktadır diyebiliriz.
Bu bölümde felsefeye susamış bir âvare baş karakter olan Raci, dindar iyi bir ailenin çocuğu, iyi eğitim almış bilimsel diyebileceğimiz her şeyle ilgilenmiş fakat manevî sorularına bir türlü yetinmemiş ve şüphe ejderhasıyla baş edememiştir. Raci, küfür ile iman, inkar ile ikrardan, tasdik ile şüpheden meydana gelmiş bir halet-i ruhiyeye sahip olmaktan öteye gidememiştir. Bütün bu halet-i ruhiyeye iyi gelecek sorularına cevap verebilecek bir mürşide, şeyhe ihtiyaç duyuyordu.
Derken bir gün mezarlığın önünden geçerken kapının açık olduğunu fark eder ve kendisinin de bilincinde olmadığı manevi bir kapı açılır. Onu ruh ve madde âleminden söküp tarikat-ı âliyye’ye ulaştıracak meczup Aynalı Baba ile tanışır. Aynalı Baba’ya dışarıdan bakıldığında sefil ve ezik gibi görünürken içeriden feylosoflara taş çıkartacak bilgilere sahipti. Aynalı Baba’yla her gün buluşup hayalinin derinliklerinde yatan cevapsız sorulara kanat çırpan Raci’nin anıları, hikayelerin çeşitliliğiyle anlatılır.
Buddha ile hiçlik zirvesinden, Zerdüşt diyarına Ehrimenle (kötülük/karanlık) Hürmüzün (iyilik/ışık) savaşı, kaf ve Anka’ya… Nihayetinde ilahi aşka doğru yapılan göç, ruhun teslimiyeti ve ejderhanın yenilişi gibi muazzam ontolojik olaylar içeriyor.
Raci’nin Yakaza Boyutu
– Birinci gün – Zirve-i Hiçi (hiçlik zirvesi):
Nirvanaya ulaşmaya çalışan Raci’ye rehberlik eden Buddha Gotama, arzusunu bir kenara bırakması, canlı cenaze konumuna geçmesi ve dünyadan yüz çevirmesi gerektiğini anlatmış ve nefsani duygularını bırakamazsa hurilerle dolu şaşalı saraylardan geçemeyeceğini anlatsa da Raci, arzusunu yenmeyi başaramamıştır. Buddha, cadıyı dünyaya, arzuyu ejderhaya, Raci’yi ise dünyanın köpeklerine benzeterek huzurundan sert ithamlarla kovar.
– İkinci gün – Ya Nur (Ey yaratıcının ışığı zalimleri yok et!):
Karanlığın değeri ışıkla, ışığın değeri ancak karanlıkla anlaşılabilir bir meydanda, Zerdüşt’ün sarayında Bel şehrinde açar gözlerini. Ehrimen (kötülük) ve Hürmüz (iyilik) taraftarlarının savaştığı ok meydanında; Nifak, Muhabbet, Gazap, Hikmet (Raci) Nefs-i emmare gibi pehlivanlarının birbirine ölüm darbeleri salladığı, bir tarafın karanlığın yok olması adına çarpışırken diğer tarafın ışığı karanlıkla sarmak hayaliyle vuruşur. Vuruşmaların ardı ardına kesilmeksizin yaşandığı cenk muharebesinde ters giden bir şey olmuş ve iki tarafı ikna eden “Aşk” pehlivanı çıkar gelir. Savaştan sonra Raci her şeyin kıymetine daha çok varmıştır ve yeryüzünden kötülüğün yok edilemeyeceğini anlamıştır.
– Üçüncü gün – Bilgelik Yolu:
Bu günün sonucunda, gözlerini açtığında kendini Devri Daim şehrinde görür. Suda gördüğü aksiyle bütünleşerek hiçliğe varmaktadır.
– Dördüncü gün – Meydan-ı İmtihan (sınav meydanı):
Bilginlerle yapılan sınavlara katılan Raci, gerçekleri görmekte ve gerçeğe verilen önemin arpacık soğanı oranında değeri olduğunu anlamıştır.
– Beşinci gün – Saha-ı Azamet (büyüklük meydanı):
Rehberi Anka Kuşu ile çıkmış olduğu bu yolculukta Tanrı olmadan dünyanın nokta olduğunu ve kendi varlığını da yine bir nokta ibaresinden olduğunu anlar.
– Altıncı gün – Kaf-ü Anka (masal kuşu, masal dağı):
Bu hayal âlemine kralın oğlu olarak uyanır fakat bir soru(n) vardır ortada. Her yıl halka soru sorup cevabını alamadığı müddetçe yedi kız ve yedi erkek kurban alacağını duyuran bir canavarla boğuşmak zorundadır. En sonunda Raci, canavarın sorduğu şu sorusuna; “bu kervan nereye gidiyor” cevaben “parçanın bütüne kavuşması” diyerek canavarı alt etmeyi başarıyor.
– Yedinci gün – Umman-ı Azamet ve Girdab-ı (büyüklük denizi ve heybetli kibriya girdap):
Manevî yönden anlamış olduğu bin kapılı efsaneli şehirden; “ilahi ilmin karşısında bilinen, gaip bir nokta olduğu”.
– Sekizinci gün – Muammayı Ebedi (sonsuzluk bilinmezlik):
Raci gözünü açtığında Çin’dedir. Burdan aldığı ders; “Ölmek” için önce “olmak” gerektiğini kanısıdır.
– Dokuzuncu gün – Mahfel-i Azam (yüce insanların cevapları):
Hz. Adem, İbrahim, Musa ve diğer birçok peygamber ve âlimle görüşmesinden sonra onlara bir soru yöneltmişti ki cevabı şöyle olmuştur; “Hakiki saadetin yalnız Hz. Muhammed eliyle dünyaya dağıtılır.”
Raci Aynalı Baba’nın ney üflemeleriyle hayalin derinliklerine inip cevap bulduğu sorularından mutluyken, şeyhinin bilmiş olduğu “fenafişşeyh” kavramından dolayı müridini terk eder. Uyanıp şeyhini bulamayan Raci sürekli her yerde onu arar.
Manisa Tımarhanesi
Arkadaşlarıyla mektuplaşan Raci’nin fikirlerinin sabit ve somut olmadığını söyleyerek artık ona “deli” gözüyle bakılıyordu. Tımarhanede yatan Raci, başta delilerle uğraştıktan daha sonraları inzivaya çekilir, kendisini tatmin eden, şüphelerden arındıran hayallerine kavuşturarak bunu sağlayan Aynalı Baba’yı düşünür. Günler sonra tımarhanede ilgi gören bir adam belirir ve Raci’nin de dikkatini çeker, bakmaya gider ve anlar ki o şeyhi Aynalı Baba’dır.
Tasavvufu anlamaya çalışarak mürit mürşit ilişkisinden fantastik hayallere dalma, Aynalı Baba gibi gerçek olmuş olabilir, şüphesiyle Ahmet Hilmi bizleri bununla yalnız bırakıyor.
Birçok yayın evi tarafından basılmış olması gibi güzel bir huyuyla karşımızdayken bunun verdiği bir diğer duyguyu da peşinde getiriyor; “üzüntü”. Çünkü fazla sadeleştirilmiş olması sonucu, kelimenin manasını bile kaybettiği yerler olmuştur.
Roman tekniği açısından zayıf olsa da kitap mana bakımından değerli addedilmiştir. Çoğu yeri ilk okumada anlayamacağımız şekildedir ki bununla beraber tek başımıza halledemeyeceğimiz yerler de mevcut.
Filibeli Ahmet Hilmi’nin Buddha’yı hiçlik zirvesinde konuşturduğu yerde Raci’nin hata yapıp arzularına yenilmesi üzerine, “kadın yaratılışlı insan” demesiyle Ahmet Hilmi’nin kadınlar hakkındaki görüşünün çok da olumlu olmadığı az çok anlaşılıyor ve de yadırganmaktadır.
Aynalı Baba’yla Raci’nin arasındaki güzellik ve derinlik Şemsi Tebrizi ile Mevlana hazretlerinin arasındaki meseleye benzer.