Tiyatro kelimesi ilk olarak Antik Yunan’da seyircilerin oturdukları yeri tanımlamak için kullanılır. Çeşitli anlam değişikliklerine uğrayarak günümüze kadar ulaşan bu sözcük genel olarak, oyuncular tarafından sergilenen oyun, “dram, komedi, vodvil vb. edebiyat türlerinin oynandığı yer” (http://tdkterim.gov.tr/bts/) olarak açıklanır. Diyaloglara, monologlara ve eylemlere dayanan bu gösteri sanatı başka bir söyleyiş ile insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı olarak ifade edilir. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere tiyatro merkezinde insan faktörünü barındırır.
Tiyatro yazarlarının eseri oluşturma noktasında çeşitli hedefleri bulunur. Toplumsal hayatı sıradanlığıyla, problemleriyle; başka bir deyişle olduğu gibi sahneye yansıtarak, kişilerin farkındalık kazanmalarını sağlamak temel hedeflerden bir tanesi olarak yorumlanabilir. “Hayatı sahnede yansıtmaya çalışırken bu işleme katılan bütün sanatçılar hayatın gerçeğine olduğu kadar sanatın gerçeğine karşı da sorumluluk içindedirler. Oyun kişileri bir ölçüde hayattan alınmış yaşayan insanlar, bir ölçüde de sanatın yarattığı yapma karakterlerdir. Bu yüzden tiyatro oyunlarındaki kişilere bakarak belli bir dönemin gerçek insanları hakkında tam anlamı ile doğru bilgi edinmek olası değildir. Öte yandan bu oyun kişilerinin bize yansıtılan dönemin insanları hakkında hiç bilgi vermediğini de söyleyemeyiz. Bu noktada güvenebileceğimiz varsayım, yazarın oyun kişilerini yaratırken onları, içinde yaşadığı toplumun genel kanısına uygun olarak tipleştirdiğidir.” (http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14183.pdf )
Tiyatro yazarının bu noktada yapacağı şey karakterleri, toplumun değer yargıları ya da toplumun geliştirdiği genel kabullere uygun olarak oluşturmaktır. Yazar, karakterleri eğer bu şekilde oluşturmaz ise seyirci ile iletişim kuramaz ve seyirci kafasındaki genelleme ile oyun arasında bağlantı kuramadığı için oyunun inandırıcılığı zedelenir.
Her toplumda, yaşayan insanlar tarafından yapılan çeşitli genellemeler söz konusudur. Bu genellemeler meslekler için, kişilere yüklenen sorumluluklar için yahut cinsiyet için yapılmış olabilir. Zamanla değişme ihtimali olduğu gibi kalıplaşan ve toplum tarafından kabul edilebilirliği süren genellemelerden söz etmek de mümkündür. Bu tür durumlara cinsiyet konusunda yapılan, kadını ve erkeği kesin sınırlarla ayıran kabuller örnek olarak gösterilebilir. Adalet Ağaoğlu Çatıdaki Çatlak adlı eserinde karakterlerini tipleştirirken cinsiyet konusunda yapılan genellemeleri kullanır. Toplumun kadın algısından yola çıkan yazar, kadına yüklenen sorumlulukları, kadının toplum hayatındaki yerini okuyucuya aktararak karakterlere yüklediği anlamı pekiştirir. Adalet Ağaoğlu, toplumun yarattığı kadın sorunsalını yine toplumun duyarsızlığını ön plana çıkararak aktarır.
1-) Toplumun Kadına Yüklediği Sorumluluklar Ve Yaptığı Yakıştırmalar Paralelinde Oluşan Kadın Algısı
Kadın ve erkeğin ilk tanışmasından sonra kadının sunduğu elmayı yasak olduğu halde yiyebilecek kadar etkilenir erkek kadından. Yazılı bir kaynak olmamakla birlikte bu hikayenin devamında kadın ve erkek cezalandırılır ve dünyaya gönderilir. Milattan önce dediğimiz dönem insanın dünyaya gelmesiyle başlamış olur. Cinsiyet ayrımı ilk olarak bu dönemde, iki karşı cinsin biyolojik özellikleri göz önünde bulundurularak sosyal rollerin paylaşımı şeklinde ortaya çıkar. Bu rollerin paylaşımında kadının doğurganlığı etkin rol oynar, çünkü bir kadın doğumdan sonra yüzde kırk oranında vücudundaki kalsiyumu kaybeder ve fiziksel olarak güçsüzleşir. Bu temelden yola çıkarak avcılık, toplayıcılık ya da buna benzer güç gerektiren işleri erkekler yaparken kadın daha hafif, daha az güç gerektiren işleri yapmakla görevlendirilir. İlkçağlarda yapılan bu görev paylaşımı o kadar çok kabul görmüştür ki halen günümüzde buna benzer bir sınıflandırma, kadını arka plana atıp toplumdaki erkek egemenliğini ön plana çıkarma söz konusudur. Toplumun kabul ettiği genellemeler sebebiyle toplum tarafından kadına yüklenen çeşitli sorumluluklar, yakıştırmalar ya da toplumun barındırdığı bir kadın algısı ortaya çıkar. Birbiri ile bağlantılı olan bu üç konuyu Adalet Ağaoğlu eserinde incelerken, toplumun oluşturduğu kadın sorununun temelinde yatan erkeği de konuya dahil ederek okuyucuya aktarmak istediği mesajı pekiştirir.
a) Toplumun Kadına Yüklediği Sorumluluklar
“Çatıdaki Çatlak adlı oyunda Adalet Ağaoğlu, özverili kadını umarsızlığı, boynu büküklüğü içinde ele almış, sevecen ve sabırlı Fatma Hanımın farkında olmadan sömürüldüğünü göstermiştir.” ( http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14183.pdf )
“ARİF: Bak, düğmem kopmuş. Ceketime bir düğme dikiver.” (Ağaoğlu, 1969, 89)
Toplumun portresini çizmeye çalıştığı kadın tipi, ev işlerini yapan; eşine, abisine, babasına ya da erkek kardeşlerine hizmet eden, her türlü zorluğa göğüs geren bir tiptir. Oyun yazarlarımızın çoğu toplumun kadına yüklediği sorumlulukları dikiş diken kadın profili ile okuyucuya aktarır. Bu konuda topluma karşı tepkisini göstermek isteyen Virginia Woolf yaşadığı dönemde kesinlikle dikiş dikmez, kilitli iğne kullanarak kadınlar dikiş diker algısını değiştirmeye çalışır.
Doğurganlığı, merhamet duygusu, annelik içgüdüsü gibi özellikleri sebebiyle dünyaya gelen çocuğun karnının doyurulması, altının temizlenmesi, bakımı ve büyütülmesi de kadınlara yüklenen sorumluluklar arasındadır.
“FATMA KADIN: Yo, yo… Biri okula gideceğidi bu yıl. Nasibinde varsa. Bi de gızım var on üçünde. Gardaşlarına hep o bakar. Yük olmazlar bana. Hiç yük olmazlar… Gız bakar onlara. Gız eyidir. Hep o baktı gardaşlarına. Yük olmazlar bana… Aman hanımım… Gurban oluym. Eyi bir hanıma benziyor bu hanım. Alsa beni, yanında sebeplenir giderim. Ben de ırahat ettiririm onu. Gösterirse yemeğini de yaparım. Elime yapışmaz ya. Ana gibi gadın sen eyi olmasın… Gardaşlarına hep gız bakar. Bana yük olmazlar… Heç yük…” (Ağaoğlu, 1969, 101/102)
Fatma Kadının eserin belli bölümlerinde tekrar tekrar belirttiği gibi çocukların bakımından “kız çocuk” sorumludur. Onun da çocuk olması, bu sorumluluğu alıp alamayacağı ya da böyle bir mecburiyetinin olmadığı aile bireylerinden hiç kimsenin aklına gelmez. Böyle bir farkındalığın olmamasının temel sebebi toplumun kabul gördüğü bu algıyı insanların benimseyip, olması gerekenmiş gibi yorumlamalarından kaynaklanır.
Adalet Ağaoğlu’nun eserde eleştirdiği bir diğer konu ise kadına yüklenen annelik sorumluluğunun arkasına sığınıp, çocuklar ile ilgili her konuda kadını öne süren toplumun kabul gördüğü erkek karakterdir.
“FATMA KADIN: İkide bir buraya çıkıp çıkıp geldiğinnen olur mu? Ne dimez elin insanları? Get hadi çocuklarının başına…
SADIK: Ben anaları değilim. Kendin git.” (Ağaoğlu, 1969, 115)
Adalet Ağaoğlu’nun Sadık ve Fatma Kadın arasında geçen diyalog ile okuyucuya yansıtmak istediği temel düşünce çocukların bakımından kadının sorumlu tutulduğudur. Evin babası herhangi bir işi olmaması sebebiyle evde olduğu halde ya da çocuklarla ilgilenecek vakti olduğu halde bu sorumluluktan kaçar, çünkü toplumun kabul gördüğü şekil şudur ki kadın çocuk doğurur, bakımını yapar, büyütür. Bunun yanı sıra erkek, toplum tarafından kabul görülen erkek, yönetici konumda olan erkektir. Sadık bu diyalogda yüceltilen erkek kimliği ile davranmaya özen gösterir. Sadık karakterinin bu tavrı ile okuyucunun farkına varması gereken diğer bir konu, erkeğin toplum tarafından kabul görülen ideal erkek tipine uygun davranırken takındığı duyarsız tavırdır. Ağaoğlu’nun da yansıttığı gibi erkek kendini ilgilendirmeyen işe girmez, o işe bulaşmazken; kadın merhamet duygusundan ötürü sorunları çözme noktasında daha fazla sorumluluk alır, daha fazla rol oynar.
b) Toplum Tarafından Kadına Yapılan Yakıştırmalar
Bireyi bireyden çalan, onu kendinden uzaklaştıran, kişinin ben olmasını engelleyen en büyük faktörlerden bir tanesi toplumdur. Topluma dahil olan her bir birey, o toplumun kabulleri doğrultusunda davranmadığında dışlanan, eleştirilen, tabiri caizse çıkıntılık yapan kimse olur. Bu algı yüz yıllar boyunca insanlar tarafından kabul edildiği gibi halen de geçerliliğini korur. Toplumdan biraz farklı düşünmeye başladığında toplum da senin için farklı düşünmeye başlar. Kadınlar ise yine toplumun tutumundan nasibini alan kesimi oynar. Virginia Woolf’un da Kendine Ait Bir Oda kitabında söz ettiği gibi topluma dahil bireylerin “ellerinden ancak kuru topraktan çıplak duvarlar yükseltmek gelmiştir.”, (Woolf, 2012, 26) ve kadınlar bu kilitli duvarların dışında bırakılmıştır. Kadınları dışarıda bırakan toplum, somut olarak fikir sahibi olmadığı kadınlar hakkında çeşitli yorumlamalara gider. Toplumun kadına yaptığı yakıştırmaların temelinde bu yorumlamalar yatar. Çünkü toplum duvarların dışında bıraktığı kadınları gözlemleyip tanımak yerine çeşitli önyargılarla, genellemelerle ya da yakıştırmalarla yaklaşır onlara. Adalet Ağaoğlu ise yazdığı eserde kadınlara yapılan yakıştırmaların bir kısmına dikkat çekmek ister.
Kadınlar erkeklerin koruması altındadır şeklinde toplum tarafından kabul edilen bir algı söz konusudur. Bu koruma yalnızca güvenliğini sağlamak anlamında kullanılmamakla birlikte kadınların adeta üzerine yapıştırılan namus kavramının da erkekler tarafından korunmasını içerir. Erkeğin kadın üzerinde sahip olduğu koruma duygusu, kadın doğduğunda babası, varsa abisi, daha sonra doğacak küçük bile olsa erkek kardeşleri ile başlayıp; evlendiğinde ise kocası tarafından devralınan bir görev niteliği taşır. Adalet Ağaoğlu da bu durumun eleştirisini yapabilmek için Fatma Hanım ve küçük kardeşi Sadık karakterlerini eserine dahil eder.
“FATMA HANIM: Öyle deme. Kolay mı? Bir de ben… Otuz yıldır başındayım. Eh kadın kocaya varmayıp evde kaldı mı, başa bela demektir.” (Ağaoğlu, 1969, 94)
Komşusuna söylediği cümleden anlaşıldığı üzere Fatma Hanım otuz yıldır küçük kardeşi Sadık ile birlikte yaşar. Adalet Ağaoğlu, bu karaktere kardeşinin başında olduğunu söyleterek, kadına yüklenen sorumlulukların Fatma Hanım tarafından yerine getirildiğini okuyucuya aktarmayı hedefler. Ayrıca kadının başa bela olması durumu da kardeşinin Fatma Hanımdan sorumlu olmasından, onu koruyup kollamak durumunda olmasından kaynaklanmakla birlikte; Fatma Hanım evlenmediği için bu sorumluluğu devredecek kimse olmadı anlamına gelir. Kitabın bu bölümünden kadınların evlenmediği durumlarda başa bela kimseler haline geldiği, en yakınındaki erkeğe gereğinden fazla sorunluluk yüklediği algısının toplum tarafından kabul gördüğü çıkarılır; yani toplumun kadına “baş belası” yakıştırması yaptığı açıkça görülür.
Kadın baş belası olmasının yanı sıra hal ve hareketlerine, özellikle karşı cinsle yani erkeklerle arasındaki samimiyete dikkat etmesi gerektiği düşüncesi toplum tarafından kabul edilen diğer bir düşüncedir. Kadın eğer erkeklerle biraz samimi ilişki kurarsa ya da erkek yalnızca erkek bulunan bir ortama tek başına girerse toplum bu durumu hoş karşılamayacağı gibi bu konuda çeşitli yakıştırmalar yapmadan da duramaz.
“FATMA HANIM: Havalar da soğudu. Sobasını kim yakar? Yemeğini kim yapar? Şaşırdım kaldım.
KOMŞU: Ben inerim inmesine… İnerim inmesine ya…
FATMA HANIM : Aa! Yo! Senin işin sana yeter.
KOMŞU : Ondan değil canım. Aman sen de!.. Bilmez misin? Laf olur. ‘Bak bak, bekar adamın evine iniyor!’ derler.” (Ağaoğlu, 1969, 95)
Fatma Hanım ve komşusu arasında geçen diyalog toplumun niyet temelli düşünmediğini gösterir. Fatma Hanım ameliyat olduğu takdirde komşunun Sadık ile ilgilenmesinde herhangi bir art niyet bulunmadığı halde, komşu bu durumun imkansızlığına değinir. İmkansızlığın temelinde yine toplumun düşünce yapısından doğan bir algı, bu algının kadın üzerinde bırakacağı etiket söz konusudur. Bu etiket yalnızca kadınların erkeklerle olan ilişkileri sonucunda ortaya çıkmaz. Kadın olmak hal ve hareketlerine dikkat etmeyi, yolda yürürken ciddiyetini kaybetmemeyi de beraberinde getirir!
“SADIK: Hani bir aşna fişneliğini göreyim, bilirsin yapacağımı… Geçende arkandan geldim. O ne kırıtıştı yolda kız?” (Ağaoğlu, 1969, 115)
Kadının aşna fişneliğini temel olarak açıklayabilmek için Yunan Mitolojisi ve Ortaçağ’daki kadın algısı ile paralellik kurmak gerekir. Yunan Mitolojisinde tanrıların en güçlüsü ve tüm tanrıların kıralı olan Zeus aynı zamanda tanrıça Hera’nın da kocasıdır. Zeus’un en bilinen özelliği ise çapkın oluşudur; bu özelliği sebebiyle birçok kadınla evlilik yapar Zeus. O dönemde ise kadınların Zeus ile birlikte olması bu kadınların kocalarının sosyal statü sahibi olması anlamına gelir. Ayrıca ortaçağda hakim olan kast sistemi paralelinde erkekler evlenmeden önce, evlenecekleri kadınlar ile öncelikle derebeyleri birlikte olur. Mitolojik öğeler ve tarihi dönemlerin çoğu kadının değersiz bir nesne olarak kullanıldığını kanıtlamanın yanı sıra kadına yapılan yakıştırmaları da temellendirir. Kadın topluma birey olarak katılmaya, kendisi olmaya çalışsa da yirminci yüzyıla kadar varlığı çok fazla hissedilmez. Sanayi devrimi ile birlikte iş hayatına atılan kadın, bu devrim ile toplumu varlığından haberdar eder. Kadının iş hayatına girmesi ile toplumun kadın algısında ya da toplumun kadına yaptığı yakıştırmalar noktasında herhangi bir değişiklik olmasa da kadın ekonomik olarak güç elde etmeye başlar ve bir nebze de olsa erkeğin kadın üzerindeki baskısını azaltmaya çalışır.
c) Toplumun Kadın Algısı
Adalet Ağaoğlu 1969’da yazdığı Çatıdaki Çatlak oyunu ile o yılların toplumunu eleştirir fakat yaptığı eleştirilere bakıldığında günümüz toplumunun da buna benzer sorunları barındırdığı görülür. Bu sorunlardan bir tanesi de çocuklarını evlendirmek isteyen ailelerin erkeğin ailesinden başlık parası ister. Aileler çocuklarının evlenmesini adeta maddi bir çıkar – gelir olarak düşünür ve yapılacak bu evliliği kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar.
“FATMA HANIM: Keşke kızı evlendirmeseydiniz bu kadar erken. Bak şimdi kardeşlerine de sahip olurdu.
SADIK: Evlendirmeyip de ne yapacaktım? Dört aydır bir Fatma’nın iki yüz lirasıyla mı geçiniyoruz? Oğlanın babası beş yüz lira verdiydi… Beş yüz de gelecek yıl verecek işte…
FATMA HANIM: Tenekecinin yanında sana iş bulmuştum. Çalışmadın. Çalışsaydın iyiydi. Parmak kadar çocuğu sattın açıkcası.” (Ağaoğlu, 1969, 156)
Fatma Hanım ve Sadık arasında geçen konuşmanın da yansıttığı gibi evin babası Sadık, kendisine iş bulunduğu halde bu işte çalışmaz, eşinin getirdiği maaşı bekler. Ağaoğlu’nun bu tespitini Virginia Woolf, 1929’da kaleme aldığı Kendine Ait Bir Oda isimli eserde “kazandığım her kuruş elimden alınacak ve kocam nasıl isterse öyle harcanacak” (Woolf, 2012, 26) cümlesiyle okuyucuya aktarır. Eserlerin yazıldığı dönemler farklı olmasına rağmen yazarların paralel konulara değinmesi kadınların yaşadığı bazı sorunların kalıplaştığı gerçeğini doğrular. Yazarın bu diyaloglarda dikkat çekmek istediği diğer konu ise başlık parası olayıdır. Başlık parasını ailelerin geçim kaynağı olarak görmesi sebebiyle kadınlar değersiz, satın alınan objeler haline gelir. Halen günümüzde bir grup insan ne yazık ki bu algı doğrultusunda hareket eder.
Toplum kilitli bir kapı olarak düşünüldüğünde kadın, bu kapının dışında bırakılmış bir objedir. İçeri girme hakkı elinden alınan kadınlara dışarıda da istediği gibi yaşama şansı verilmez; yani kadın arafta bırakılır, toplum her zaman eleştirmek için kadınlar hakkında bir şeyler bulduğu gibi bu konuyu netleştirmeyi de seçmez. Kadını ne siyaha ne de beyaza koyabilen toplum, yüz yıllar öncesinden belirlediği griyi yaşatır kadına. Başlık parası karşılığında satılmasının yanı sıra kadının katlanmak zorunda olduğu çeşitli yakıştırmalar söz konusudur. Eserin yazıldığı dönemde toplum tarafından kabul görülen kadın – kız sınıflandırması günümüze kadar varlığını sürdürür.
“KOMŞU: (…) Otur kız. Kız mısın, karı mısın neysen, otur da konuşalım. Bakalım neyin nesisin, kimin itisin…” (Ağaoğlu, 1969, 98)
Kadın – kız yakıştırması konusunda Türk Dil Kurumu tarafından kabul görülen kadın ve kız tanımlarını incelemek bu yakıştırmanın toplum tarafından kabul görme sebebini açıklar. Türk Dil Kurumu’na göre kadın “1. Erişkin dişi insan. 2. Evlenmiş kız. 3. Eskiden bayan anlamında kullanılan bir san. 4. Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri olan” (http://tdkterim.gov.tr/bts/) kişi iken kız “dişi çocuk”tur (http://tdkterim.gov.tr/bts/). Bu tanımlar paralelinde düşünüldüğünde kadın kelimesi evlenmiş kimseler için kullanılan, dişiliği vurgulayan bir sözcüktür. Bu durum toplum tarafından kadına yapılan yakıştırmalardan ziyade toplumun kadına bakış açısını, toplumun kabul gördüğü kadın algısını yansıtır.
Yazarların kadına ve kadın sorunlarına bakış açısı ve yaptıkları eleştiriler dönemlere göre farklılıklar gösterir. Farklılaşmanın temelinde yatan sebep, toplumun zaman içerisinde bulunduğu değişim sürecinin sonucu olarak ortaya çıkar. Özellikle cumhuriyetten sonraki yıllar kadına takınılan olumsuz tavır ile toplumun eleştirdiği kadın tipi adeta toplumun taşımak zorunda kaldığı kambur olarak yansıtılır.
“Kadına yöneltilen eleştiri bencil, sorumsuz, eğlence, moda, süs düşkünü kadın portresi ile sürdürülmüş, kadın ailedeki mutsuzluğun, toplumdaki yozlaşmanın birincil sorumlusu sayılmıştır. Yazarlarımızın büyük bir bölümünün kadından beklentisi sabırlı, özverili, güvenli, sevecen eş ve anne olmasıdır. Öte yandan aile kurumunu tehdit etmemesi koşulu ile zeki, kurnaz, becerikli dişiye hoşgörü ile bakılır. Otuzlu yılların, gençleri eğitmek amacı ile yazılmış oyunlarında güçlü, akıllı, inançlı genç kız tipi tiyatro yazınında önemli bir yer tutar. Bu eğilimin günümüzdeki uzantısı kişilik kazanmış kadın tipidir. Kişilikli kadın, geleneksel özverili, ağırbaşlı, dayanıklı kadın ile iyi eğitilmiş, modern, bilinçli kadının sentezidir. Oyun yazarlarımız özellikle altmışlı yıllardan başlayarak kadına ilişkin sorunlara yer vermişler, köy, kasaba, kent kadınının asal haklarından yoksun bırakılmasını bir insanlık sorunu olduğu kadar bir toplum sorunu olarak da ele almışlardır.” ( http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14183.pdf )
KAYNAKÇA
- Ağaoğlu, Adalet, Toplu Oyunlar – 1 (Çatıdaki Çatlak), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2009
- Woolf, Virginia, Kendine Ait Bir Oda, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2012
- http://tdkterim.gov.tr/bts/
- http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1242/14183.pdf