‘Kimsenin kimsenin yüzüne bakmadığı, gözlerin içinde mana olmadığı günlerdi…’
Ne yapayım peki? Hüzünlenmeyeyim de ne yapayım? Bu akşam vaktinde, yağmur camlarımı döverken mutlu olmayı öğreten olmadı. Bir ağaçtan bir yaprak yere düşerken gülmeyi görmedim hiç kimseden. Bir ayak izi gördüğümde birinin bir yerlere gitmiş olabileceğinden başka bir ihtimali anlatmadı hiç kimse. Bu kadar yokluk varken varlığımın anlamını sorgulamadım hiç. Ta ki Mustafa bu yağmurlu akşamda eve Hatice isminde bir kadınla gelinceye kadar…
Mustafa’nın misafirimiz diye tanıttığı Hatice’ye; heves ederek alıp da hiç giymediğim kıyafetimi, ayakları üşümesin diye çeyizimde duran çadiklerimden birini, geçen hafta bitirdiğim gül oyalı çemberimi verdim. Benim kıyafetlerimin içinde bir şeye benzemişti bari, bir kadına dönmüştü en azıdan.
‘Ne güzel olmuşsun Hatice.’
Gevşek ağzında cık cık çiğnediği sakızıyla âdeta iğrenilesi ses tonunda ‘Sağ ol Mustafa seninkinin dolabından. Beğendin mi?’ demez mi! Mustafa’nın yüzüne bakıp bu konuşmaya bir mana vermeye çalışıyordum. Ancak düpedüz her şey karşımdaydı. Bir yanımda çocuklarım diğer yanımda aşağılık kepaze ruhlar…
Kadınlar her şeyi anlarlar, anlaşılması hiç gerekmeyen ve sadece siz erkeklere ait olduğunu sandığınız iç güdülerinizi, duygularınızı, kendinize sakladıklarınızı ve aslında hiçbir zaman yeterince saklayamadıklarınızı, sessizliğinizi ve ortalığı ateşe veren alevlerinizi…
‘Kadınlar her şeyi hissederler ve anlarlar…’
Sobada yanan odunların odaya yaydığı çıtırtı seslerinde sarı ışık saçmaya çalışan kirli ve isli lambanın odadaki en kuytu köşeye girip bir daha ışımak istemeyesi tutmaz mıydı içimde…
Çocukların hepsi soğuk bir acımayla yüzüme baktı. Tarifsiz bir his bulutu biçare ve yapayalnız ruhumu sardı. Sokakta değil âdeta kafamın içinde trafik vardı. Mustafa ile Hatice gülüşe gülüşe misafir odasına geçti. Ayşe, Fatma’nın kolundan tutup ‘Babanın yanına gitmek yok bu akşam. Hemen yemeğinizi yiyip uyuyorsunuz anlaşıldı mı?’ derken bende donup kaldığım ruh halimden çıktım ve masayı kurmaya koyuldum. En büyük oğlum Murat’ın sisli ve sinsi bakışlarını ‘Kendine gel anne!‘ dercesine yüzüme vurduğunu hissediyordum. Allah’tan üstüme üstüme gelip beni sıkıştırmıyordu da gözyaşlarıma engel oluyordum.
Yemeğini yiyen yedi yemeyen odasına çekildi. Ayşe ile ben mutfaktayken Mustafa ile Hatice yan odada radyoyu açmış şarkı dinliyor, şişeleri dikliyorlardı. Her metre karesi sigara dumanıyla dolan odadan çıkan Mustafa’nın, bir öfkeyle Ayşe’yi yere atışı vardı! Çığlıklarımı ve feryatlarımı bastım avaz avaz… Hatice kapının eşiğine tünemiş bu tablodan zevk alırmışçasına gizliden açığa sırıtıyordu. ‘Döv Mustafa döv! Biraz da karını döv!’ diyen kışkırtıcı bakışlarıyla göz göze geldim. ‘Kızıma dokunma!’ diyerek Mustafa’yı duvara doğru ittim. O hayvan gibi cüssesinin iki seksen yere yıkılışını beklemezdim. Ayşe yüzüme baktı. Yüzünü avuçlarımın arasına alıp baş parmaklarımla gözyaşlarını silip ‘Doğru odana kapını kilitle ama.’ dedim. ‘Anne sennn…’
Bende Mustafa’nın ellerinden bedenime düşen işkence payımı almıştım. Ahlaksız bir kadının fısıltılarıyla bana dediği her cümlede solumdan ve soluğumdan olmuştum. Üzgünüm Allah’ım, çünkü senin her şeye kâdir olduğunu bildiğim hâlde, bu geceden sonraki her gece üzgün uyuyorum. Varımız yoğumuz bir yüreğimiz vardır. O da yaradır işte… Yere koymadıklarımız, yara koydu gönlümüze.
Kimsenin kimsenin yüzüne bakmadığı, gözlerin içinde mana olmadığı günlerdi… Bir gün tanıdığın insanın ikinci gün başkasını tanımaması, üçüncü gün tanınmayacak hâle gelmesi alışılmış bir olay olmaya başlamıştı ailemizde. Küle dönmüş bahçeme çiçek açtırırsın Rabbim, biliyorum. Bu solgun kulun kalbi yorgun diyorum; kalbi güzel olan insanların gönlü hep yorgun olurmuş yanıtını alıyorum.
Rahman ve Rahim olan Allah’ım; isimlerinin güzelliğine sığındım bana inşirah ferahlığında bir kalp ver.
☆☆☆
‘Yuvayı kim dağıtmışsa, kuşun katili odur.’
‘Düşün, sevemiyorsun. Hissizlesmişsin. Etrafında olanlar ilgini çekmiyor. Vicdanını sorgulamayı unutmuşsun. Her şeyden önce inanmıyorsun. Senin düşünme organını yaratan bir yaratıcıyı düşünüp O’na inanmıyorsun. Ruhunu, bedenini var eden varlığı inkar ediyorsun. Bundan daha ölmüş bir ruh, hükmünü yitirmiş bir can olabilir mi?’
‘Böyle bir ruhu taşıyan canlı, zaten yaşamamıştır. İnsan dahi olamamıştır.’
‘Anne, Ayşe ablamla sen babamdan mı bahsediyorsunuz?’
‘”…Bu yüzden ruhlarımızı soldurmamalıyız. Rüyalarımızın yeşermesi için ve daima sağlık içinde olması için, insani hasletlerden, erdemlerden ayrı kalmamalıyız.” diyor kitapta.’
‘Şunu da ben ekleyeyim o halde: “Vicdan varsa, merhamet varsa, sevgi varsa insan vardır.” Bunların olmadığı bir yerde insan da yoktur.’
‘Evet anne babam yok (!) Kuzular dışarıda bekliyorrr ama…’
Ayşe ile aramızdaki konuşmaya atlayan Fatma’ya hepimiz gülüyorduk. Murat’ın da güldüğünü görmek beni sevindirmişti. ‘Hadi sürüye bakalım o halde, biz varız burda.’ demesiyle herkes abilerinin peşi sıra evden çıktı.
İnsanlar bir yığın acayip şeyler söylüyorlar. Bazen koyunlarla birlikte yaşamak çok daha iyi. Konuşmaz koyunlar, yiyecek ve su aramaktan başka bir şey yapmazlar. Ya da Ayşe’nin o okumak istediği kitaplar, dinlemek isterim, ilginç öykülerle dolu her kitabı. Ama insanlar konuşurken durum başka. Öylesine tuhaf şeyler söylerler ki, konuşmayı nasıl sürdüreceğinizi bilemezsiniz.
Bizim Murat ile Musa, Karaboğaz’ın karşısında Ahmet Abilerin harmanında çalışıyorlardı. Altı kesimlik tarladan çıkan çeltikleri güneşin alnında ayak vurarak nasıl kuruturlardı bir karıkoca? Hacer Abla da Ahmet Abi gibi çalışkan ve iyi insandı. Tanıdığımız iyi insanlar da rızkımızın bir parçasıdır ya hani… O çift de öyle…
Eğer ani bir yağmura yakalanırlarsa Mustafa’nın ve benim ısrarlarımla evimize davet ederdik. İç sesim bir de Mustafa ‘Başlarına güneş geçmiştir, yorulmuşlardır Abiyle Yenge, bir ayran veya karpuz getir hele.’ der (Mustafa’nın insancıllığı ve cömertliği vardır böyle) ırmaktan bizim tarafa geçerler ve ekmeğimizi bölüşürdük hasat zamanlarında…
Ahmet Abi ile Mustafa çimenlere oturmuş Karaboğaz’ın manzarasında çaylarını içerken sigarayı da ihmal etmiyorlardı küfürlü ağızlarında. ‘Dinle beni Mustafa. Karına ve çocuklarına niye küfür edersin? Kulağımıza geliyor bir şeyler Güllü’nün de kulağı işitmez mi? Çocuklarında özlük-üveylik ayrımını yapmayasın. Bak yarın bir gün askere gider Murat. Diğer oğlan da büyüdü. Sen onlara kötü davranırsan bu çocuklar sana kin besler ve bir gün zarar verirler maazallah.’
‘Yokkk be Abi, ne yapabilir bu oğlanlar bana? Annesiyle kardeşini alır gider en fazla. Güllü’de gitmez zaten. Biz böyle yaşar gideriz Abi.’
‘Bir şeyi unutmuşsun sen kardeşim. Sana bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. Sevdiğin kadın için tutanak, barınak, sığınak olamayan; güveni, saygıyı, koşulsuz sevgiyi veremeyen; onu ilk gördüğünde hissettiği gibi aşkını sonsuza kadar koruyamayan; hangi badire olursa olsun koruyucu bir kalkan gibi etrafında bulunamayan; onu nadide bir çiçek gibi görmeyip incinmesine ve incitilmesine müsaade eden erkeklere önemli bir hadis-i şerif hatırlatmam var, “Eşinizi üzmeyin. O, Allah-u Teâla’nın size emanetidir.” Ya emanetin hakkını verin ya da adam gibi ortalıkta gezmeyin!’
İçimden tam da isabet oldu dedim. Mustafa bir saniye silkelenmiş gibi oldu ve Ahmet Abi’nin cümlelerini dinlemeye devam etti.
‘Yuvayı kim dağıtmışsa, kuşun katili odur. Tükürülecek yüze destan yazıp dosta iltifattan kaçan, şeytana ve dostuna sponsorluk yapan nankör bir kadın için yuvanı dağıtma, dağıttırma. Gülleri üzme, bülbülü öldürme kardeş. Çay için sağ olasın. Yengenle ben artık gidelim.’
Bana kırılmış ve incinmiş dallardan kendine yuva yapan kuşun ilmini öğret Allah’ım.
Kim bilir belki de bizden habersiz bir duâ kurtaracaktı bizi. Ve sessizlik bir duâ gibi dolaşıyor ağızdan ağıza. Git gide suskunlaşıyor mu insanlar?
☆☆☆
‘Herkes farklı bir şekilde tükeniyor hayatta. Kimi doğru insanı beklerken, kimi de yanlış insana katlanırken.’
”Kendini kıymet bilmez insanlar yüzünden çok üzüyorsun ya. Yüreğini incitenlerden çok yoruldun ya. Yaptığın emekleri bir çırpıda yok sayanlardan iyice usandın ya. Boş ver gitsin be Güllü!” dedim kendime. Ne kadar değerli olduğunu anla ve artık kendin için çocukların için bir şeyler yapmaya başla.
Herkes farklı bir şekilde tükeniyor, imtihan oluyor hayatta. Kimi doğru insanı beklerken, kimi de yanlış insana katlanırken. Sanki herkes yokuşu aşıp düzlüğe ulaşmış da ben hâlâ o yokuşu tırmanıyormuşum gibi… Zaman az, hayat kısa, yol engebeli… Başkalarının dizinde ağlamaktansa yüreğini bir nehir gibi ummanlara sal. Ben çok özelim, bunu onaylatmak için Mustafa’dan veya kimseden bir şey beklemiyorum. Kararını ver, yola koyul… (Aynaya karşı) Solma gül kendinden (s)olma!
Birden ışıklar kapandı. Karanlıkta ‘Seni tekrar mutlu edeceğim’ diye fısıldadı kulağıma. ‘Seni eskisinden daha mutlu edeceğim.’
Işıklar açıldı. Solmuş yüzümde güller mi yoksa küller mi açtı? Ya da ne zaman sol’uyum her kuş kendi göğsünden vuruldu. Keşke söylediklerine inanabilseydim. Bir zamanlar, ona inanmak nefes almak gibiydi. Gözlerimi kapatmak gibi. Şimdi karşımda durup saçlarımla oynayan adama baktım. Yüzüme onun sevdiği gülümsemelerden birini yerleştirip o dokunma fikri bile midemi bulandıran yüzünü okşadım.
‘Sana inanıyorum.’ dedim ondan öğrendiğim yalancı sesimle. ‘Ben de seni.’ Ben de seni mutlu edeceğim demedim. Çünkü demek istediğim şey başkaydı.
Ben de seni, bana yaptıklarınla pişman edeceğim…