Demek cehennem bu. Hiç aklıma getirmezdim böyle olacağını… Acı, ateş, kızgın ızgara hepsi sizsiniz demek… Ne gülünç şey! Kızgın ızgaranın ne gereği var: Cehennem başkalarıdır.
-Sartre
Öteki kavramı, Sanayi Devrimi’nden önce klasik Batı felsefesi tarafından neredeyse hiç konu edilmemiştir. Kapitalizmin ortaya çıkması ve toplumsal hayatı dönüştürmesinden itibaren ise başta kapitalizmin doğduğu Avrupa olmak üzere tüm dünyada felsefenin ve sosyolojinin temel meselelerinden biri haline gelmiştir. Sorunsallaştırdığı temel öznesi “kapitalizmin yarattığı insan” olan varoluşçu felsefe, öteki kavramına eğilen felsefe dallarının başında gelir.
Sartre’ın “Gizli Oturum” (1944) adlı oyununda sarf edilen “Cehennem başkalarıdır.” sözü, onun “öteki” kavramına olan bakışını imler. Sartre için ötekinin varlığı, bireyin özgürlüğünün ve -dolayısıyla- varoluşunun önünde engel teşkil eder. Ben’in dışındaki ben’ler, özne olan ben’e dışarıdan bakarak onu nesne konumuna indirger ve bireyin kendisine yabancılaşmasına neden olur. Kendisine dışarıdan bakmak, insanı kendi öz değerlerine yabancılaştırır. Yaptığı eylemi kendi fikirlerine göre değerlendirmek yerine, kendisini başkalarının bakış açısıyla yargılamaya alıştırır. Ötekinin muhtemel olumsuz bakışının varlığı utanmanın kaynağıdır. Utanç, otantik ve öznel bireyin konformist toplum içinde erimesine neden olur. Yapılan eylemin eyleyen için utanç verici olması, eyleyenin kendisini nesneleştirmesi ile mümkündür. Sartre, durumu açıklamak için şu örneği verir:
“İmgeleyelim ki bir otel koridorunda eğilmiş bir anahtar deliğinden içerdeki olup bitenleri gözlemlemekteyim. Burada kişi bir düşünce öncesi bilinç konumundadır. Birden bir görevlinin beni izlediğini duyumsadığımda hemen utanmaktayım. Burada ben artık kendimi nesne olarak özne olan başka bir bilincin nesnesi olarak kavrıyorum. Başkalarının odasını içerideki insanların haberi olmadan izlemek, eyleyen kişinin kendi öz değerlerine aykırı olmayabilir. Belki bunu kötü bir amaçla da yapmamıştır fakat kimseye nedenini açıklayamayacağı, toplumsal görgü kurallarına uymayan bu eyleminden utanır. Utanmaya başlamasından itibaren kendisi olmaktan çıkar ve arkasında kendisine baktığını zannettiği görevliye dönüşür.” Toplum içinde yaşamını sürdüren birey, yaşamını kendi öz değerleri etrafında şekillendirmekte zorlanır. Bazen de içine doğduğu sosyal ortam ve şartlar, bireyin kendisini gerçekleştirmesinin önünde geçilmesi imkânsız duvarlar örer. Sartre’a göre bu duvarlar iki çeşittir. Yazgı olarak adlandırabileceğimiz bu engellerin başında insanın değiştirmek veya yok etmek için elinden hiçbir şey gelmediği ve doğuştan edindiği özellikleri gelmektedir. Sartre bu durumu verdiği bir röportajda şu sözlerle açıklıyor:
“İnsan doğuştan boyun eğmek zorunda bulunduğu koşulların içine atılır. Zengin birinin oğlu olarak da doğabilirsiniz, bir Cezayirlinin, bir Amerikalının ya da bir hekimin oğlu olarak da. Böylece geleceğiniz sizin için daha siz dünyaya gözünüzü açmadan yoğrulmuş olur. Bu, kolaylıkla anlaşılacağı gibi, size başkalarının eliyle hazırlanmış bir gelecektir. Onlar bunları doğrudan doğruya yaratmıyorlar ama kendileri sizi siz yapan bu toplum düzeninin birer parçasıdırlar. Eğer bir köylü çocuğu iseniz, toplum düzeni sizi kente yönelmek zorunda bırakır. Orada makinalar beklemektedir sizi. O makinaların çalışabilmeleri için sizin gibi insanlara ihtiyacı vardır. Demek ki sizin yazgınız bir işçi olmakmış. Siz bir çeşit kapitalist baskı sonucu köyden uzaklaştırılmış bir köylü çocuğusunuz. Bu durumda fabrika sizin varlığınızın bir nedenidir. Kesin olarak nedir sizin “varlığınız”? Yapmakta olduğunuz iş (sizi yıprattığı için tepeden tırnağa size hâkim olan iş) ve yaşama standardına göre sizi sınıflandıran ücrettir. Böylesine bir varoluşun en doğru tanımı da cehennem sözcüğü ile olur.”
İnsanın mutlak özgürlüğünün önündeki bir diğer aşılması zor engel, bir önceki başlıkta sözü edilen, “dayanılabilir yazgı”dır. İnsanlar yaşamlarının ortasında varoluşsal sorular sormaya neden olabilecek aşırı durumlarla karşılaşabilirler. Sevdiği bir yakınının ölümüne şahit olmak, uzun süre aç veya parasız kalmak veya karşılıksız bir aşka tutulmak gibi sınır olaylar daha önce varoluşunun farkında olmayan insanları varoluşsal iç sıkıntısına sürükleyebilir. Fakat insanların birçoğu hem içine doğduğu sosyal ve ekonomik koşullar itibariyle hem de karşılaştığı veya karşılaşmadığı durumlar itibariyle varoluşsal soruları aklına getirmezler. Bu insanların hayatı ve dünyayı kendi öz değerleri çerçevesinde algılaması, Sartre’ın deyimiyle, imkânsıza yakındır. Tüm bunlara rağmen Sartre, insanın bir topluluk içinde varlığını sürdürmesinin imkânsız olmadığını söyler. İnsanların kendisi sorun değildir. Sorun, bir araya gelen insanların zamanla kendilerinin de yabancılaştığı kurallara uyma zorunluluğudur. Kendisini var eden özgürlüğünün bilincinde olan, kendisinden ve beraberindeki diğerlerinden sorumlu olan insanlar bir arada yaşayabilirler. Yazımı Zeki Demirkubuz’dan bir sözle bitirmek istiyorum: Bir erkeğe nazik davrandığında korkak, bir kadına nazik davrandığında aşık olduğunu veya asıldığını düşünüyorlar. Sartre’nin dediği gibi, “Toplum, tedavisi olmayan bir hastalıktır.”