Bir ağacın kırılmak üzere olan yemyeşil bir dalının üstünden bana bakıyordu. İçimi büyük bir üzüntü kaplıyordu böyle zamanlarda. Bana bakıyordu ama görmüyordu. Bakmakla görmek arasındaki ince çizgiyi hala anlamamıştı.
Dal olabildiğince sallanıyor, rüzgara yenik düşmemek üzere direniyor ve bekliyordu. Bir aralık durdum ve kafamı çevirdiğimde uçup gitmişti. Ben ise onu görmüştüm. Dışarda bulunan rüzgardan ziyade onun içindeki fırtınayı hissetmiştim içimde. Artık bu fırtınalı gidişi beklemiyordum. İçimden bir şeyleri koparıp götürmüyordu sanki. Gördüğümde dallarım yeşermiyor, rengim canlanmıyordu. Hiç yaşanmayacak bir hüzündü bu. Bize hüznünü yaşamak kalıyordu sadece.
Dal en sonunda kırıldı. Yeşil yaprakları hafifçe döküldü. Sessizlikte bir kanat çırpışı duydum. Yine bakıp ama asla görmeyen bir çift göz beni izliyordu. Renkli yapraklarım kapkara ıslak toprağa kendini bırakırken, bu gözlerin yakınıma doğru geldiğini hissettim. Bir şeyler fısıldıyordu. Fakat ben fırtınanın sesinden duyamıyordum. Sonunda bir ses işittim. Bu ses hayatım boyunca beni susuz bırakacakları ana eş değerdi.
”Gül! Eş sesliliğin içinde eş sessiz olalım. Ben yine o bakışından anlarım. Konuşmayalım.”
Dedi bülbül bana.
Ben ise gül(düm).