Senelerdir bu ormanda bu incileri topluyorum. Bir türlü çözemediğim bu girdabın içinde tükeniyorum. Adını söylemeye çalışsam kaybolup gidiyorum memlekete doğru… Nice diyar gezdim, dolaştım aynı yola yine düştüm. Bir türlü karar veremiyorum.
Şöyle hafifçe dokunup korkmadığımı anlıyordum. Öyleyse bu şey ruhuma nakış gibi işleyen nadide bir parçaydı. Sabah oluyordu ama elimdeki bu inci hâlâ parlamıyordu. Hâlbuki gün onun için yeniden doğuyordu. Neydi bu incinin hikâyesi? Ben beyazken o neden siyahtı. Düşünmekten kendimi alamıyorum. İnciyi kabuğundan çıkardığımda şaşkınlık içindeydim. Anlayamıyorum… Yanındaki taşa sorsam bilir mi, bu inci neden siyah?
Siyahın da bir canı var. Konuşmayı bilmese de…
Kumun yükünü çekiyordu. Sulara karışmış, taşa arkadaş olmuş, bitkilerin içinde sır gibi saklanmış bir kabuktu keşfedilene kadar… Benim yüreğime çok dokunuyor. Bende kendimi böyle korumaya almalıydım. Bedenimi kabukla kaplamalı, içimdeki incileri değerinde vermeliydim. Gözlerime çekilen perdeyi bir an önce açmalı, ışığı görebilme umuduyla yol almalıydım. Tutunabilecek bir dalım olsun, küçük bir kasabada güven içinde, sonbaharın vedasına yakışır bir şekilde yaza “merhaba” siyah incim demek istiyor ve demli bir çayla kırık kalpleri yapıştırmak için incinin vereceği yapışkanı kullanmak için can atıyordum.
Çince Bilmiyorum Ama İçince Konuşabiliyorum
Çince bilmiyordum ama içince konuşabiliyordum. Bu yüzden iksirimin içine bir tutam sevgi, saygı, merhamet, tutku, istek; az miktarda da kendini koruması için nefret ve kurnazlık koydum. Ne garip değil mi? Henüz yüzünü bile görmedim. Ama elime aldım. Yakınımda ama uzağımda gibi davranıyorum. Kendime bu çileyi niye çektiriyordum? Çünkü hayatta her şey yolunda gitseydi, çok canım sıkılırdı. Yaşam ve yalnızlık cephesinden düşen yaprağı, kafa dengi arkadaş bulmak için incir ağacının etrafında tur atacaktım dercesine yürüyorum bu yolda… Ah! Hayat beni çağırıyor. Yazdıklarımı doğru okumak için çok çaba harcıyorum. Mühendis bey, gün gelir de iyi bir inci olursan, sana kitabının arasına koyacağın kitap ayracı hediye etmek istiyorum diyordu. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Mühendis bey içince konuşuyordu. Tabi siyah inciyi anlatırken, yedi güzel adam aklıma geliyor, çılgınca okul merdivenlerinden aşağı inen oyuncuların kalbine inciyi bırakıyorum.
Unutursan Siyahı Beyaz İçin Alarm Kur!
İnsanlığımızı ne zaman, nerede unuttuk. Soru sorduğumu sanmıyorum. Çünkü cevaplayacak kimse yoktu. Cingöz Recai, Mehmet Rıza’dan kaçmak için hep kapı arkasına saklanıyordu. Ben de mi öyle yapmalıyım? Polis kapıyı çalınca, inciyi vermem demeli, siyah inci alıp kaçacak bir dolap bulmalı mıyım, yoksa beyaz inciyi siyaha mı boyamalıyım? Karar senin… Ocak ayının içindeyiz. Bugün “Siyah İnciyi” yazıyorum. Özlem duyduğum birkaç kişi var. Ülkeler arası çok zor gidip gelmek… Geçenlerde Mavi’yi hatırladım onun için yazdım, şimdi ise Mai ile konuşuyorum içince…
Hayat tesadüfleri seviyor sanırım. Uzun zaman oldu. Kavuşmak şart mı diyorsun biliyorum. Kapı çalıyor açsana. Ne kapısı? Ses duymuyorum. Çalıyor sen aç! Kalbine giden kapılar çalıyorsa bekletmekten aç ki misafir beklemeyi sevmez bunu da hatırlatayım. İnsan, tebessümün en güzel kalbidir. Mutluluğun sırrı ise saklı bahçe gibidir. Vakti geldiğinde eğer ben bir yerde kaybolursam, aramızdaki şifre “Siyah inci” olsun. O zaman kimse sizlerin adını verip kandıramaz bizi…
Canım maşallah sana çok güzel yazıyorsun ❤ tebrik ediyorum
Cezayir sokaklarında dolaşıyordum dün gece. Evinin önüne kadar geldim. Ama kapıyı çalacak cesaretim yoktu. Nedendir bilmem gözlerime bakınca tercüme edecekmişsin gibi geliyordu. Sonra teşekkür edeceğim diye söz veriyordum kendime… Kocaman sevgilerimle teşekkür ederim güzel kardeşim
Çok güzel bir yazı olmuş… Kalemine sağlık.