Kulağımda Deep Purple-Soldier of fortune… Sanki an meselesi tramvayın gelmesi. İçimde bir sessiz boşluk, sıfır heyecan sıfır merak! Oysa yıllardır beklemiyor muyduk hep beraber şu isimsiz tramvayı? Gelsin, ne değişecek hayatımızda?
İçten içe değişmesini istediğim bir şey olmalı ki bunun gerçekleşeceği durağa gidebilmek için bekliyor olayım tramvayı. Yahut öyle merak ediyor olmalıyım ki son durakta ne olduğunu, bütün durakları es geçmeyi göze alarak sırf oraya varabilmek için beklemeliyim tramvayı. Ya da ne bileyim? Bunca zamandır bir bekleyişe kurban ettim madem zamanımı, bir adını koymalıyım artık bunun değil mi? Sahi, insan isimsiz bir tramvayı isimsiz bir durakta isimsiz bir menzile varır belki diye, neden bekler? Bu kadar mı kayboldum kendimi aradığım sokaklarda da yolum bu bekleyişe düştü?
Değil, buldum. Kendime ulaşmanın yolunu biliyorum, öyle dolambaçlı ki… Fakat tabana kuvvet gerek yürüyebilmek için ya da bir tramvay. Takatsiz kalır ya bacaklarımız, yürümekten yorgun düşen zihnimizdeki “varacaklarımız” uzakta kalır. Olduğumuz yerde var oluşumuz sanki yokluk gibidir, olmamız gereken yer burası değilmiş gibi gurbetlik verir hissimize baktığımızda gördüğümüz her detay.
Mesela bakın, benim şu sokak lambalarının arasında ne işim var? Şu tırtıklı testere misal rüzgâr dudaklarımı kesip acıtırken neden çıkarmışım maskemi(!) yüzümden ve ne işim var benim bu ıssız durakta? Nefesimden buhar bile çıkmıyor. İçim soğumuş bir kere. Tüm sıcaklığını kaybetmiş, hayal odalarımın salonunda kurulu tenekeden sobam. Nereden alacağım ateş harlamak için odunu? Nereden bulacağım çaydanlığı çayı şimdi şu karanlığın kör yüzünde, nereden muhabbeti… Basbayağı soğumuşum işte. Gidilecek tüm duraklar uzakta. Uzaktayım. Fakat Allah bilir ya, hissediyorum, tramvay bir göz açıp kapayıncaya kadar gelmiş olacak.
Litrelerce çekirdek kahve içmişim gibi gözlerim, kapanmıyor. Sanırsın gökteki bütün yıldızlar kirpiklerimin arasında yapışkan olmuş, açılmıyor da gözlerim. Tramvay… Gelse bile benim takatim onu görmeye yetemeyecekmiş gibi.