Uyanmasına sebep olan garip bir his bütün vücudunu sarmıştı. Gece saat üçü geçiyordu. Gecenin karanlığına gözlerini alıştırmaya çalışırken, masada duran kurşun kalemine gözleri takıldı. O anda dudaklarından şu kelimeler döküldü: “Çeyrek asırlık bir bahar geçmiş sanki tüm tarumarın üzerinden.”
Nereden çıkıp gelmişlerdi şimdi bu kelimeler gecenin bu saatinde? “Aman canım sen de, sanki her gece uykun kaçıp uyandığında kendi kendine bir şeyler mırıldanmıyormuşsun gibi,” diye geçirdi içinden. Kalkıp masanın başına geçti. Her gece bu saatlerde uyanır, ağırlığı altında ezildiği düşüncelerini karanlığa salıverirdi. Önce mumu yaktı, ardından birkaç dakika boyunca etrafa yayılan portakal kokusunun duyularına hücum etmesine izin verdi. Bir umut kullanırım diye aldığı renkli kalemlerinin olduğu kalemliğe takıldı gözü. Oysa bu konuda umutlanması ne kadar da anlamsızdı. Çünkü hep babasının hediye ettiği kurşun kalemiyle yazardı. Her böyle uykusu kaçıp kelimeler iç dünyasında biriktiğinde saat kaç olursa olsun uyanır ve bu kalemine uzanırdı. Fakat diğer gecelerin aksine bugün kalemini bir türlü eline almıyordu.
Zihnine kelimeler hücum ediyor, ama o kaleme dokunmamaya direniyordu: “Çeyrek asırlık bir bahar geçmiş sanki tüm tarumarın üzerinden. Toz duman daha dağılmamışken, bulutun beyazına kaptırmış kendini yağmurunu her yitiren.”
Ne anlama geliyordu bu cümleler? Art arda dizilen bu kelimeler aklından uçup gitmeden bunları kağıda dökmeliydi bir an önce. Fakat içinde bir şeyler onun kaleme uzanmasına engel oluyordu. “Acı daha yoğrulmadan, mevsim değiştirmiş her beden.” Zihnini durduramıyordu. Oysa unutmadan bunları bir yazıverse ne de güzel olurdu. Kafasını dağıtmak ve kaleme uzanmasına engel olan gücü kırmak için kitaplığına yöneldi. Uykusu her kaçtığında yaptığı bir diğer şey de kalkıp kitaplığını düzeltmekti.
“Yaşamı öldürerek yaşayamazsın, ölü alamaz insan nefesi. Önce yaşayacaksın, sonra derin bir nefes alacaksın.”
Adımlarını hızlandırarak odanın diğer köşesine konumlandırılmış kitaplığına yöneldi. Düşünceleri de onunla birlikte zihninin derinliklerinde hareket ediyordu: “Yaşamı öldürerek yaşayamazsın, ölü alamaz insan nefesi. Önce yaşayacaksın, sonra derin bir nefes alacaksın.” Derin bir nefes aldı, zihnine sıra sıra dizilen bu cümlelerin onu hafiflettiğini hissediyordu. Gel gör ki, bu dizeleri kalemiyle buluşturamamanın verdiği sancıdan olsa gerek, ruhu çekiliyor gibiydi.
Ne vardı sanki kalem ellerinden kaçmasaydı da kendini parmaklarının arasına salıverseydi? Hem kendisi hem de onu tutan el nasıl da rahatlayıverirdi o zaman. Çocuk yüzlü bir hayal canlandı gözünün önünde tam o anda. Çimenlerin üzerinde koşuyordu, babası ona elini uzatmış “hadi beni yakala” diye sesleniyordu. O an hatırladı, o küçücük bedeniyle öyle koşmuş öyle koşmuştu ki, yeryüzü sanki ayaklarının altından kayıyordu. Bütün çabasına rağmen, yine de bir türlü babasının eline uzanamamıştı. Tam tuttum derken, o ellere dokunabilmek için çok daha hızlı koşması gerektiğini anımsıyordu. Tekrar derin bir nefes aldı, gözünde canlanan kareler birden yok oldu.
Ruhunda dalgalanan, nereden geldiği belirsiz cümlelerin ve küf tutmaz anılarını canlandıran karelerin oluşturduğu bu tabloya bir düzen vermek istiyordu. Sağına soluna dikkat ederek topallayan duygularıyla eğildi bu tablonun üzerine. Çerçevesi toz tutmuş diye düşündü, hafifçe üfledi ve tozların uçuşarak parmak uçlarına konmasını izledi bir kaç saniye boyunca. Bu bir kaç saniye ona çok uzun geldi, bir yere tutunması gerekiyordu, yoksa düşecekmiş gibi hissediyordu. Tablonun yanına kurulmuş eski bir koltuk, koltuğun üzerinde umursamaz bir kedi, kedinin gözlerinde ise soluksuz kalmış bir bekleyiş vardı. Koltuğa yönelmek istedi fakat kedinin gözleri zihnindeki düşünceleri harekete geçiriyor, başının dönmesine sebep oluyordu.
“Daha ne kadar tutunabilirim acılarıma?”
Bir yere tutunmalıyım diye düşündü tekrar, bu sefer bu düşüncesini hayata geçirme kararıyla harekete geçti. Bir yere tutunmalıyım diye tekrarladı içinden üçüncü kez, o sırada zihninden gelen “Daha ne kadar tutunabilirim acılarıma?” diyen bir sesle irkildi. Sesin kendi bedeninin derinliklerinden kopup geldiğini anlaması birkaç saniyesini almış olacak ki sesi bulmak için ilk önce etrafına bakındı. Karanlıkta hiçbir şey göremeyen iri gözleri kendi bedenine odaklandı sonra. Bu konuşan da kimdi?
Tekrar nefes aldı, gözleri her geçen saniye karanlığı delip geçmek istercesine daha da büyüyordu. Nefesini verdiğinde koltuğun arkasında bir pencere olduğunu gördü. Hava almaya ihtiyacı olduğunu hissediyordu fakat koltuktaki kedi sanki geçmesine izin vermiyormuş gibi griye çalan gözlerini ondan ayırmıyordu. “Yarın olur, bir bahar düşer pencerene, bekle.” Beklemekten ellerinin ağrıdığını hissetti, sonra ellerindeki taze kır çiçeklerini fark etti. Gönlünün derinliklerinde bir acı inlemesine sebep oluyordu ama o yine de ceplerini karıştırmak istiyordu; aradığını bulmalıydı fakat neyi aradığını bilmediğinin henüz farkında bile değildi. Gözlerini aydınlık olmayan gökyüzüne dikti, oysa gökyüzü sandığı şey odanın zifiri karanlığından ibaretti. “Yarın olur, titrer yüreğin ve göğsün daralır, fakat korkma; bu ardından doğacak genişlemenin bir kuralıdır.”
“Çünkü sen, binbir umutla örülmüş yarınların bugünüsün.”
Yüreğini yokladı, fakat vücudunun hangi bölgesinde onu bulabileceğini anımsayamadı. Bir nefes daha aldı almasına ama yüreğini bulamamış olması içine bir korku saldığından olsa gerek, aldığı nefesi geri vermekte zorlanıyordu. Bir yere tutunmak istedi yeniden. Derinlerinde acıyan yanlarına tutunması gerektiğini söylüyordu iniltili bir ses ona, ve de ağrıyan ellerine; yüreğini bulup dokunmak istiyordu, ve de derinden hissetmek. “Derinden hissedeceksin ki yüreğin büyüsün; çünkü sen, binbir umutla örülmüş yarınların bugünüsün.”
Daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı, ne olursa olsun bir yere tutunması gerekiyordu artık. Elini uzattı boşluğa, havada süzülen parmakları karanlığın hacmine tutunmaya çalışıyordu. Bir kere daha gerdi parmaklarını karanlıktan bir şeyleri çekip çıkarmak istercesine, fakat elleri boşlukta sallanmaktan yorgun düşmüştü. Can havliyle bir kez daha denedi tutunmayı, bu sefer eli boşlukta yere düştü. O an omzunda bir ağrı hissetti ve sıçrayarak doğrulup gözlerini açması bir oldu.
Sağ eli masadan sarkmış, sol eliyle ise kurşun kalemini tutuyordu. Ne zamandan beri çalışma masasında bu şekilde uyuyordu anımsayamadı. Masadaki mum yana yana ışığını kaybetmek üzereydi fakat portakal kokusu hala buram buram odada duyuluyordu. Birkaç dakika masada oturmaya devam etti; masasına bakan duvara sabitlenmiş tabloya, tablonun içine özenle konulmuş babasının resmine takıldı gözleri.
Dakikalarca babasının ezbere bildiği yüzünü inceledikten sonra yanındaki koltuğa kurulmuş kedisinin hırıltısıyla irkildi. Açık kalmış pencereden gelen rüzgar perdeyi sallandırıyor ve içeriye taze bir serinlik yayıyordu. Rüzgarın içine verdiği ürpertiyle gücünü toplayarak yerinden kalktı. Yatağına doğru ilerlerken zihninde anlamlandıramadığı kelimeler yığını uçuştu bir kaç saniyeliğine. Saat beşe geliyordu. Yatağına yattı, bu gece defterine bir kelime bile yazamadığını anımsadı. Gözlerini kapattı fakat saat altıya yaklaşırken hala uyuyamamıştı.
Vildan Urfan
Şubat 2022
Yürü be aslan parçası
Tebrik ederim çok akıcı bir yazı olmuş, okurken kendimi çok farklı bir atmosferde buldum, kaleminize sağlık yazılarınızın devamını heyecanla bekliyorum
Çok teşekkür ederim güzel yorumunuz icin. Beğenmis olmanıza çok sevindim 🙂