15 C
İstanbul
Perşembe, Ekim 31, 2024

Albert Camus’de Yaşamın Anlamsızlığına Karşı Bir Başkaldırı

“Yaşamanın bir sebebi yok,” dedi Mürşit. “Sebebi biz uyduruyoruz. Yaşamak bu demek, hayat denen bu şeyi sürdürebilmek için sebep yaratmak.”

-Dünya Ağrısı, Ayfer Tunç

Dünya gelip geçici, insan ölüme yazgılıysa o halde yaşamanın bir anlamı var mıdır? İnsan yaşamının bir sınırı varsa ve her şey anlamsızlığa karışma tehlikesi içindeyse o halde insan neden bunun farkında olup bir şeyler için çabalamaya devam etmelidir? Ölümle birlikte yaşamın anlamsız gelme hissi, Camus’nün tabiriyle saçmayı doğurmaktadır. Fakat burada önemli bir nokta vardır. Camus’ye göre, dünya saçma değildir. Dünyanın kendi içinde bir uyumu ve düzeni vardır. Sorun insanın dünyada olmasıdır. “Ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu; çünkü dünyadan bir parça olurdum. Bu dünya olurdum, oysa şimdi tüm yakınlık gereksinimimle onun karşısındayım, öylesine önemsiz olan bu akıl, işte beni tüm evrenin karşıtı yapan bu.” Camus’ye göre dünya ve insan arasında belirlenmiş bir bağ yoktur. İnsanlar olmasa da dünya yine dönmeye, denizler dalgalanmaya, kuşlar uçmaya devam edecektir. Camus bu durumla ilgili şu sözlere değinir: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefi sorun vardır o da yaşamın yaşamaya değip değmediği konusunda yargıya varmak felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Bu soruya yanıt vermek ise göründüğünden çok daha zordur. Çoğu insan için daha en başından ölüm fikri korkutucu ve hüzünlü görünür. Çünkü bir tarafta yaşamın olgusal ve tekdüze tarafı insanı sarmalar. Ona her gün yapmak zorunda olduğu eylemleri hatırlatır. Diğer bir tarafta ise ölüm hakikati vardır. İnsan yaşamının bir gün yokluğa karışacağının bilincindedir. Fakat genel olarak insanlar, kendilerini yokluğa karıştıracak bir olgunun peşine düşmektense, olgusal dünyanın izinden gitmeyi, diğer insanlarla birlikte uyum içinde yaşamayı daha kolay bulurlar. Böylece ne ölüm gibi bir olgunun ürperticiliği ne de yaşamın sorgulanması gereken taraflarının bir önemi kalır.

İnsanın dünyaya geldiği andan itibaren yaşadığı her saniye, onu kendi yok oluşuna doğru götüren bir süreçtir. İnsanın belki de birkaç adım ötesinde duran ölüm, ona ara sıra göz kırpar ve kendini hatırlatır. Tam da ölümün kendini hatırlattığı bu anlardan birinde, insan bir an umutsuzluğa ve çaresizliğe kapılarak kendini bir çıkmazın içinde hisseder. Bu aniden ortaya çıkan çaresizlik durumu Camus’nün de değindiği gibi önemli eylemlerin başlangıcını oluşturan temel bir noktadır: “Tüm büyük eylemlerin ve düşüncelerin önemsiz bir başlangıç noktası vardır. Büyük yapıtlar çoğu kez bir sokağın dönemecinde ya da bir lokantanın kapısında doğar.” Her şey aynı monotonluk içinde ilerlerken “Bir gün neden sorusu yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır.” Tam bu noktadan sonra insanın nasıl bir yol çizeceği belli olur. Kişi ya kısır döngüye kaldığı yerden devam eder ve yaşamında ne bir bilinçlenmeye ne de bir değişime gitme farkındalığına ulaşır ya da tam aksine bütün bu anlamsızlığın farkına vararak bilinçli biri haline gelir. Camus’nün saçma (uyumsuz) kavramı da bu durumda kendini gösterir. Kişi yaşamın tüm bu anlamsızlığının içinde uyumsuzluğu görür. Gerçekleştirdiği eylemlerin değerini sorgulamaya başlar. Kaygı, çaresizlik, sıkışmışlık gibi duygular yaşar. Ama en önemlisi, tüm bu olumsuz duyguların içinde bir farkındalığa varılmış olunmasıdır. Artık bu farkındalığa varan uyumsuz hem diğerleriyle birlikte var olmaya hem de içinde yaşadığı kaygılarla baş etmeye çabalar. Zamanla yaşadığı çevreye, insanlara ve belki de kendisine karşı bir yabancılaşma yaşar. Daha önce benimsediği eylemleri veya değerleri şimdi sorgulamak zorundadır. İnsanlar ona bir yabancı gibi görünmeye başlar; çünkü onlar gibi düşünmüyordur, onlar gibi hissetmiyordur. O bambaşkadır ve bambaşka da olmak istemektedir. Bu durumda, saçmanın bilincine varmış biri ne yapmalıdır? Camus’ye göre uyumsuzun önünde iki seçenek vardır: “Ya intihar ya da iyileşme.” Camus, intiharı olumsuzlar. İntiharı yaşamın saçmalığını ortadan kaldıracak bir çıkış yolu olarak görmez; aksine intihar etmenin saçma olanı kabul etmek ve ona boyun eğmek olduğunu savunur: “İntiharın başkaldırıdan sonra geldiği sanılabilir. Ama yanlış olarak, çünkü intihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir. İçerdiği boyun eğiş dolayısıyla onun tam tersidir.” İntihar, bu hiçliği, saçmalığı yadsıyarak “bunlarla başa çıkamıyorum” demektir: “Yalnızca çabalamaya değmez demektir, kendini öldürmek.” Oysa dünya, tüm saçmalığına rağmen yaşanmalıdır. Bu durum Camus için bir diğer önemli kavram olan başkaldırıyı ortaya koyar. Başkaldırı çok önemlidir çünkü bir bilinçlenmeyi de beraberinde getirir. İnsan başkaldırıyla, “Ben her şeyin farkındayım, hayatın anlamsızlığının, bana dayatılan kuralların, temeli olmayan eylemlerin bilincimdeyim” der. En önemlisi istemediği değerlere “hayır” demeyi öğrenir. Başkaldırıyla söylenen her hayır kelimesi, bir evetlemeyi de beraberinde getirir. Uyumsuz, istemediği değerlere hayır diyerek kendi içselleştirdiği, onu iyi hissettiren değerlere sahip çıkar. Başkaldırı aynı zamanda, yaşamın ve ölümün tümüyle farkında olmaktır. Bu da kişinin yaşadığı “an ve yerde” olması anlamına gelir. Geçmiş veya gelecek yoktur. İnsanın elinde sadece içinde bulunduğu zaman vardır. Eğer ki yaşamda bir anlam ve değer oluşturulacaksa, tam da bulunan yer ve zaman içinde gerçekleştirilmelidir. Uyumsuz bunu, yaşadığı dünyanın mantığa uymayan değerlerine, yasalarına, geleneklerine birer birer başkaldırarak; onları yok sayarak yapar. Kendi içsel dünyasına dönerek, kendi için neyin iyi ve anlamlı olduğunun farkına vararak, bu değerler üzerine bir yaşam kurar. Camus’nün Sisifos’tan esinlenmesinin nedeni belki de budur. Sisifos tanrılar tarafından verilen cezasını çekerken, hiçbir zaman kayayı yerine koyamayacağını bilir; ama o, bu kısır döngüye rağmen tanrılara başkaldırarak saçmayı olumlar. Onun yaşamı anlamlı kılışı, uyumsuzluğuyla gelen bir başkaldırıdır: “Sisifos’un uyumsuz kahraman olduğu şimdiden anlaşılmıştır: Tutkularıyla olduğu kadar sıkıntısıyla da uyumsuzdur. Tanrıları hor görmesi, ölüme kin duyması, yaşam tutkusu hiçbir şeyi bitirmemeye yönelttiği bu anlatılmaz işkenceye mal olur.” Sisifos’un hikâyesini ilginç kılan kısım bunu bilinçli olarak yapıyor olmasıdır. Taşı sürekli aynı yere taşımak zorunda olduğunu bilmektedir. Fakat yine de bundan üzüntü duymaz. Tanrılara başkaldırır. Bu hikâye aslında günümüze de iyi bir gönderme olarak kabul edilebilir. İnsanlar da benzer bir döngünün içindedir. Her gün yaşama tutunabilmek adına aynı eylemleri gerçekleştirmeye, belirli konular hakkında konuşmaya, önceden konulan kurallar etrafında, sorgulamadan yaşama çalışırlar. Fakat günümüz insanlarının Sisifos’tan farkı, bunları bilinçsizce ve adeta robotlaşmış bir şekilde yapıyor oluşlarıdır. İnsanların, bilinçsizce sürdürdüğü bu eylemler, Sisifos’ta olduğu gibi kahramanca veya yazgısal bir kabullenmenin parçası değildir. Aynı zamanda günümüzde gerçekleştirilen çoğu eylem, insanın ölüme yönelik bilincini köreltmeye ve onu unutturmaya yöneliktir. Ölümün varlığını yok saymaya başlayan insan için, bilinçten çok bilinçsizlik hali baş göstermektedir.

READ  Bu Bir Veda Mektubu Değildir

Camus’nün Caligula (2015) adlı kitabında da bu düşüncelerin izlerine rastlanır. Camus’nün Caligula adlı oyunu yazmasında, tarihsel bir kahraman olan Roma İmparatoru ilham kaynağı olmuştur. Caligula’nın hikâyesini trajik yapan ölümlü olduğunu bilmesine karşın, ölümsüzlük arayışı içinde olmasıdır. Sevgilisi Drusilla’nın ansızın ölmesi üzerine yaşam ve ölüm üzerinde düşünmeye başlayan kahraman, ölüme yazgılı olan insanın mutlu olmasının mümkün olup olamadığını sorgular. Dünyanın anlamsızlığı karşısında bir çıkış yolu arayan Caligula, içinde bulunduğu yaşamı dayanılmaz bulur. Caligula, “İnsanlar ölür ve onlar mutlu değildir” yargısına varır. Aslında Caligula’yı dehşete düşüren durum, sevgilisinin ölmesi değil kendisinin de bir gün bu şekilde öleceğinin bilincine varmasıdır. Bundan dolayı, dünyada olmayan bir şeyin peşine düşerek, yaşamını anlamlandırabileceğine inanır. Böylece yaşamını ölümsüzlüğün olduğu başka bir dünya bulmaya adar. Sonuç olarak, ölümsüzlüğü de bulamayacağını anlayan Caligula, kendisini öldürmeye gelen senatörlere karşı koymaz: “Hiçbir insanın kendini tek başına kurtaramayacağını ve hiçbir insanın insanlara karşı yürüyerek özgür olamayacağını öğrendiği zaman, Caligula ölüme boyun eğer.” Camus, insanlara ölümün yaşamı etkin kılan en önemli olgulardan biri olduğunu hatırlatır. Belki yaşam saçmadır ve yaşamdan bir anlam çıkarmak mümkün değildir fakat insan ancak bunun bilincine vararak, yaşamı olumlayabilir. Bunu başarmak isteyen insanlar, saçmadan kaçmadan onunla yaşamanın bir yolunu bulmalıdır.

Related Articles

CEVAP VER

Bir yorum girin
Adınız

- Advertisement -spot_img

Latest Articles