Bir Fransız atasözü vardır, “Hakimin kadife cübbesinin altında celladın tırnakları hissedilir”. Peki bu atasözü bize ne anlatır? Bu sözü anlamak için 18. ve 19. yüzyıl Fransız siyasi ve sosyal tarihini bilmek gerekir. O halde konuyla alakalı biraz malumat verelim.
18. yüzyıl deyince Fransa’da ilk akla gelen şey Fransız İhtilali’dir. Her ne kadar bir ihtilal olduğu söylense de, bu konuyu biraz araştıran kimse ihtilalden çok bir katliam olduğunu görecektir (zaten tarihte kan akıtılmadan gerçekleşen bir devrim yoktur!). Öyle ki ihtilali simgeleyen şeylerin başında giyotin sehpası gelmektedir. Konuyu daha iyi anlayabilmek adına Fransız ihtilaline kısaca bir göz atalım.
Fransız ihtilali 5 mayıs 1786 yılında halk ayaklanması ile başlar. O dönemde insanlar üç sınıftı; yöneticiler (ya da burjuva sınıfı), killise görevlileri ve çalışan halk. Çalışan halka hem devlet tarafından hem kilise tarafından ağır vergiler yüklenerek sömürülürdü. Halk zaten fakir kesimken bu vergilerle daha da eziliyorlar, hayat şartları daha da ağırlaşıyordu. İşte uzun yıllar bu sömürüyü yaşıyan fakir Fransız halkı ve bu durumu anlayışla karşılayan bazı kişiler bu sisteme baş kaldırdı ve 5 mayıs günü ayaklandılar. Başta ayaklanmalar pek ciddiye alınmadı. Ama bir süre sonra devletin stratejik yerlerine baskın yapıp oralar ele geçirilmeye (örneğin Bastille Hapisane baskını ve ele geçirilmesi, kadınların saraya yürümesi vs.) başlanınca durumun ciddiyeti kavrandı ve uzun yıllar sonra monarşi tahtının sallandığı hissedildi. Durumun vahametini anlayan kral 16. Luis kaçmak ister ancak bunu başaramaz. Halk, kralı resmen feshedince bir halk meclis ve birde ihtiyarlar meclisi kuruldu. Gereken yasa ve bildiriler yayımlandı ve ihtilalin karanlık günleri başladı (başladı derken bu döneme gelene kadar ayaklanmalarda bir çok kişi ölmüş ve öldürülmüştür). Özellikle kral ve kraliçenin idam edilmesiyle – kendini iyiden iyiye kaptırmış olacak ki- celladın elinden yaklaşık yüz bin kelle geçmiştir ve bu sadece 1799 yılına kadar olan idam ve karışıklık sonucu gerçekleşen ölümlerdir (bu geçtiğimiz dönemlere meşrutiyet devri, cumhuriyet devri, direktuvar hükümeti devri denmiştir). Sıkı durun çünkü bu dönemden sonra tarih sahnesine Fransa ‘nın gururu, efsane general Napolyon Bonapart çıkmıştır. İlk başta kendisinin Fransa’ya çağırılma sebebi (ki kendisi İtalya ordusunun generali olarak Fransa ‘da değildi) meclisi muhtemel ayaklanmalara karşı korumaktır. O dönemlerde 25-26 yaşlarında olan Napolyon ‘un Fransa ‘ya gelişi tam bir bayramdı, herkez kendisini bir kahraman olarak görüyor ve güveniyordu. Zira onun gelişiyle ihtilal kemale ermiştir (bu halk ve meclisin o anki düşüncesidir. Napolyon’un güvencesiyle işlerin kolayca hallolacağını ve cumhuriyetin meşrutiyetinin tam anlamıyla yürürlüğe gireceğini düşünmüşler zavallıcaklar!). Napolyon meclis muhafızı ilan edilince ordusuyla beraber o dönem hararetle çalışan meclis etrafında konuşlanmış, bu sebeple meclisle içli dışlı olma şansı yakalamıştır. Meclisin dizaynını yavaş yavaş çözer ve bir gün çıkıp “Arkadaş durun bakalım. Siz bu yönetimi tam anlamıyla yapamıyorsunuz, gelin size yardımcı olayım (ya da siz bana yardımcı olun)” dercesine yönetime dahil olur. Yönetim üç konsüle verilir; ihtiyarlar, halk meclisi ve Napolyon ‘un temsil ettiği bir konsül. Napolyon ‘un zamanla kendisine tanıdığı imtiyazlar diğer konsüllerin tüm haklarını ve kendilerini feshetmeye kadar gider. Bir gün Napolyon çıkıp “Bu kadar ileri gittik bari imparator da olalım,” der ve olur da. Meclisi korusun ve cumhuriyeti ayakta tutsun diye getirilen Napolyon, cumhuriyeti yıkıp kendini imparator ilan eder! He bu arada cellat giyotinin başında tam mesai çalışmaktadır. Öyle ki ‘halk giyotin günü’ ilan edilmiş, halk bu idamları önden izlemek için ailecek yer ayırtmak suretiyle bu günlere ayrı bir önem atfetmişlerdir. Napolyon çok hırslıdır. Yılda birkaç kez savaşa çıkmak için ordu toplardı (desek abartmış olmayız). İleriki dönemlerde halk savaş ilan edildiğinde Napolyon ‘un kişisel zevkini tatmin etmek için oluşturduğu bu orduya katılmamak için dağa kaçarlardı. Zaman geçti Napolyon ‘a olan muhalefet arttı ve bunlar bir gün toplanıp Napolyon ‘u indirelim dediler. Öyle de oldu Napolyon tahttan indirilip bir adaya sürüldü. Tahtan indirilirken oğlunun imparator olmasını istediyse de kabul edilmedi ancak gideceği adayı kendine tahsis edilmesinde ısrarcı olunca bunu kabul ettiler. Bunun bir hata olduğunu anlamaları uzun sürmedi. Napolyon ‘un üzerine bir ordu gönderildi. Ne oldu dersiniz, Napolyon orduya bir nutuk çekti ki kimsenin ağızını bıçak açmadı, elleri tetiğe gitmedi. “Ordu silahınız, üniformanız hatta bedeninize kadar benimsiniz, bu andan sonra -Napolyon üniformasını yırtarak göğsünü açar- Ya burayı kurşunla deşersiniz yada emrime itaat edersiniz” dedi ve orduyu emrine alıp Fransa’ya yürüdü ve halkın alkış ve tezahüratı ile tahtına tekrar oturdu.
Neyse bir süre tahta oturan Napolyon ‘u tekrar kaldırdılar ve geri dönüşü olmayan sürgüne gönderirler ve altı yıl sonra orada öldü.
Medeniyetin beşiği, aşıklar şehri Fransa ‘da yöneticiler değişmekte bir cumhuriyet bir imparatorluk ilan edilmekte iken değişmeyen tek şey giyotin masasındaki kellelerdi. Hiç eksik olmayan, küçük bir isyan patlak vermesinde, ufak tefek suçlarda her ne olursa olsun mahkemede kadife cübbesiyle makamında oturan Hakimin önüne getirirken kişi soluğu celladın yanında giyotin masasında alıyordu ve bu bitmiyordu. Meclisteki bazı aydınlar tarafından idamın kaldırılması hususunda çok çabalanıyor, tasarı tam meclis onayından geçecekken bir hezeyan oluyordu. Sonuç yine hüsran, yine hüsran.
Victor Hugo 1850’li yılların parlamenteri, meşhur yazar “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” adlı eserinde anlatıyor bize. Tasarı bir dahaki gün meclisten onay alacağı kesin gözüyle bakılıyor. Herkes heyecanlı, bir yandan da bir olayın patlak vermesinden korkuluyor ve korkulan başa geliyor. Bir daha ki günün sabahı devletin dört büyüğü; başbakan, içişleri bakanı, savunma bakanı ve din işleri bakanı devlet yönetimini ele geçirmeye kalkarlar ve başaramadan tutuklanırlar. Tahmin edebileceğiniz gibi tasarı rafa kaldırılır. Sonuç olaraksa 1981 yılına kadar idam cezası devam eder ve ancak o zaman kaldırılır.
İşte tamamen bu döneme ışık tutan “Hakimin kadife cübbesinin altından celladın tırnakları hissedilir” sözünü anlatmaya ve tekrar anlamaya çalıştık. Ve umarım anlatabilmişimdir, Fransa tarihindeki sıkıntının menşei idam değil asıl mevzu adaletsizliktir. Adalet mülkün temelidir, onu sarsacak şeyler mülkü, dolayısıyla halkı da sarsar.