4.7 C
İstanbul
Çarşamba, Şubat 5, 2025

Yakın Geçmişin En Büyük Şairlerinden, Küçük İskender

Asıl adı Derman İskender ÖVER. 1964 yılında İstanbul’da dünyaya geliyor. Kabataş erkek lisesini bitirdikten sonra, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa  Tıp Fakültesini kazanıyor fakat son sınıfta okulu bırakıyor. Daha sonradan kazandığı sosyoloji bölümünün de akıbeti yine aynı. Okuduğu bölümlerde edindiği bilgileri şiirlerinde çokça kullanıyor. Aynı zamanda eleştirmenlik ve oyunculukta yapıyor. Oyunculuğa merakı olanlar Ağır Roman filminde ki etkileyici oyunculuk performansını mutlaka izlemeli. Aslında kısa bir rolle ne kadar unutulmaz bir oyunculuk sergilenir, az mimikle çok duygu nasıl verilir görmenizi tavsiye ederim. Edebiyata yeni merak salanlar için ise şiir dili ağır görünse de, pes etmeyin arkadaşlar. Anlamadıysanız bir daha okuyun. Küçük İskender’in şiirinin de , serbest yazısının dili de, ilk başta girerken üşüdüğünüz ama sonra çıkmak istemediğiniz deniz gibidir. Anlamadım diyip geçtiğiniz bir şiiri , bir uzun yolculukta hafızanızda bulabilirsiniz.

Kendine has tarzı, fikirlerini açıkça beyan etme konusundaki sarsılmaz duruşu, sıradanlaşan hayatlarımızda bir farkındalık yaratmak için yapın dediği şeylerin yadsınamaz naifliği ile, bu dünyadan iyi ki geçtin İskender. Benim en sevdiğim Küçük İskender şiiri ‘ De Gülüm ‘ dür.
Peki ya sizin en sevdiğiniz Küçük İskender şiiri hangisi?

De gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim
İstanbul darmadağın olacak, saçlarım darmadağın.
Hepsi, darmadağın!
Üzülme gülüm! Toparlanacağız birlikte,
ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm
hem de çelikten toprağını dele dele hayatin!

De gülüm! De ki: bitmiştir umut, bitmiştir sevgi, bitmiştir güven!
Güven bana gülüm!
Sana bitmemişliği öğretecek, tattıracaktır hasretten-hakikaten-ten değiştiren yüzüm!

Göreceksin gülüm! Bekle!
Hırslarımız, acılarımız gitgide ihanetlere
hainlere, ezilmelere alışacak..
Göreceksin-sevinçten ağlayacaksın gülüm-ki
İşte o vakit bana-doğrudur! –
Şair olmak, seni sevmek pek çok yakışacak!
Bak! şiirler var, mektuplar var, çocuklar var,
sokaklar var, kediler!

İnan bana gülüm, ölüm yok bir tek! ölüm yok bize!
Ölüm inananlar için sessizce
Kara kaplı kitaplardan çıkartılacak.
Göreceksin gülüm! Bekle! Göreceksin!
Artık hiçbir insan, hiçbir kavga ve hiçbirimiz
bu dünyada, yapayalnız, umarsız kalmayacak!

Mevlânâ’dan Aydınlatıcı Öğütler

Topraklarımızda yetişen, öğretileriyle kalplerimizde iz bırakan bir alimdir Muhammed Celâleddîn-i Rumi. Mevlânâ ve Rûmî de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Hudavendigâr lakabı ile de yâd edilir. Her yıl binlerce turistin ülkemize gelip onun yaşadığı yerleri görmesini sağlayan, dil ve ırk fark etmeksizin herkesin gönlüne taht kuran bir felsefesi vardır ki tüm dünyada barışın ve hoşgörünün simgesi olarak kabul edilir. Mevlânâ’nın en önemli iki eseri, her ikisi de manzum olarak yazılan Mesnevî (Mesnevi-i Ma’nevî) ile Divan-ı Kebir’dir. Eserleri ile pek çok edebiyatçıyı etkilemiş, ulusal ve uluslararası sempozyumlara konu olmuştur. Hatta Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO), Mevlana’nın doğumunun 800’üncü yılı nedeniyle 2007 yılını ‘Dünya Mevlana Yılı’ ilan etmişti. İşte 30 Eylül 1207 yılında doğan Mevlana’nın kulaklarımıza küpe olacak 7 öğüdü :

1. Cömertlik ve yardım etmede (sehavette) akarsu gibi ol.

2. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

3. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.

4. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

5. Tevâzu ve alçak gönüllülükte (mahviyette) toprak gibi ol.

6. Hoşgörülükte deniz gibi ol.

7. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.

Dertli Gönüllere Giren İşte Benim Zeki Müren

Kavuşulamayan aşkların tesellisidir sesi: “Elbet bir gün buluşacağız, Zeki MÜREN yanılmış olamaz” diyerek birbirini avutan dostların kulaklarında. “Sorma ne haldeyim, sorma söyleyemem, sorma yangınlardayım zaman zaman” diye başa sararız şarkıyı anlatmaktan çok susmayı tercih ettiğimizde.
En kuytu gecelerde sabahlarken o vefasız sevgiliden bir haber gelecek mi? diye “Her akşam güneşin battığı yerden, gözlerin doğuyor gecelerime” diye mırıldanmalarımız az değildir.
Her nesilden milyonlar için sesi, nezaketi, özgüveni, getirmiş olduğu yeniliklerle sanatına hayran kaldığımız, Hayatta hiç haz etmediği üç şeyin riya, yalan, nankörlük olduğunu söyleyen, günde sadece 4 saat uyuyan, sakal tıraşını daima evinde kendisi olan, gök gürlemesiyle çakan şimşekten vahşice zevk aldığını belirten Sanat Güneşi’miz, 1996 yılının, 24 Eylül akşamı, Trt’de katılmış olduğu bir canlı yayında geçirdiği kalp krizi sonucunda aramızdan ayrıldı. Daha önceden hissetmiş miydi olacakları bilinmez ama şöyle demişti bir röportajında : “Çok sevdim, çok saydım dinleyicilerimi, izleyicilerimi. Mukabilinde bedelini kalbimle ödedim maalesef. Kalbim yoruldu ve ‘bu olay 25 sene süren sahne stresinden ileri geliyor’ dedi doktorlar bana. Ve 4 senedir de sahnelere veda ettim. 
Kalbimi verdim. Çok şey aldım ama kalbimi verdim efendim.”
Bizim de kalbimiz sende kaldı Sanat Güneşi’miz. Seni hiç unutmadık Paşa’mız. Ölümünün 23. Yılında seni özlem ve sevgiyle anıyoruz. Elbet bir gün buluşacağız.

Deyrulzafaran’da Ömürlük Bir Bekleyiş

“Bahe Amca bu manastırın bir taşı haline gelmiş. Allah etmesin, eğer Bahe Amca ölürse, manastırdan bir taş eksilecek.” Mardin’deki kadim Süryani Manastırı Deyrulzafaran’ın din adamlarından Al Raban Jousef Majon, böyle demişti geçen yıl.

Kadim bir kentin en eski duvarları arasında 70 yıl süren bir bekleyiş, sonu gelmeyen bir hasret, öfke ve geri dönüşü olamayan bir ölüm…

Kocasının ölümünden sonra dört çocuğuyla bir başına kalan Bedia Hanım, henüz 33 yaşındaydı. Mardin’in Süryani cemaatine mensup olan kadın, fakirliğin ve sefaletin getirdiği çaresizlikle Suriye’ye göç etmeye karar verdi.

Kızları Münüre ile Behice’yi ve büyük oğlu İlyas’ı yanına aldı. O zamanlar altı yaşında olan Bahe’yi, Mardin’in en değerli Manastırı olan Deyrulzafaran’a götürüp ruhanilerden Dilobale’ye emanet etti.

Diğer kardeşlerine nazaran Bahe, pasif, zayıf, hastaydı ve zekası akranları gibi değildi. Bedia Hanım, ona bakamayacağını belki göç yolu boyunca dayanamayacağını düşündü. Oğlunu manastırın avlusuna getirip yeni yuvasına bırakırken “Burada kal, döneceğim” dedi ve gitti…

Bahe, seneler boyunca manastıra hizmette bulundu. Temizliğini yaptı, bahçıvanlığını üstlendi, bekçiliğini yaptı, her gelen misafiri kapıda karşıladı. Manastırın bir taşı haline gelmişti artık. Süryaniceyi hiç öğrenemedi, hep Arapça konuştu.

Ömrünün son yıllarına kadar her türlü vazifeyi yerine getirdi, hizmetinden ödün vermedi. Manastıra gelen her ziyaretçiye annesinden bahsedip durdu. Bahe, beklemekten hiçbir zaman vazgeçmedi. O sözünü tuttu ve bekledi, hep bekledi… Ama annesi verdiği sözü unutmuştu, hiçbir zaman gelmedi…

Yıllar Bahe gibi sabırlı değildi; beklemeden geçip gitmişti. Ömürlük bekleyişi bir an olsun bitmemiş, manastırın ona ait olan odasında her gün yeni bir umut yetiştiriyordu. Bahe artık yaşlanmıştı, gençliğinde olduğu gibi şarkı söyleyemiyor, halay çekemiyordu.

Eğlenmeyi severdi, bir de kırmızı çoraplarını. Sadece kırmızı çorap giyerdi. Dolabında onlarca çift kırmızı çorap vardı. “Ne istersin?” diye sorulduğunda hep aynı cevabı verirdi: Kırmızı çorap.

Tıpkı Bahe gibi Mardin’in kıymetlilerinden olan, kendini bildi bileli basmacılık yapan, basmalara dini motifler işleyen 90 yaşındaki Nasra Şimmes, onun masumiyetini şu şekilde dile getirirdi: “Nebi gibidir, günahı yok. Ne hırsızlık bilir, ne küfretmeyi. Sadece annesine küfreder, neden beni bıraktı diye.”

Bahe, günden güne eriyor, elden ayaktan düşüyordu. Hastalık ve yaşlılık onu yenip ölüme mahkûm etmişti. Bahe, 76 yılın sonunda gözlerini bir hastane odasında dünyaya kapamış, bekleyişine son vermişti… Umudun son verdiği ölüm; geri dönüşü olmayan, ani bir veda ile bağını kesmişti bu dünyadan. Deyrulzafaran’dan bir taş eksilmişti…

Manastır onun hem anası, hem babası oldu!

Bahe’nin hayatını, geçen yıl ‘Misafir’ ismiyle belgeselleştiren Haydar Demirtaş, ablalarından birini Suriye’de buldu. Yıllar sonra gördüğü kardeşinin fotoğrafını öpüp koklarken ayrılıklarını şöyle anlattı: “Anneme, Bahe’yi manastıra bırakmanın onun için daha iyi olacağını söylediler. O hem çocuk hem de saf biriydi. Manastır onun hem anası, hem babası oldu…”

Kemanı Ağlatan Adam

Kemanın inceldiği noktada, ben bu hayat denilen kurmacadan kopuyorum. Günlük hayatın tekdüzeliğinden, küresel emperyalizmin popüler kültüründen ve en çokta özünü yitirmiş, içi boşaltılmış, değersizliği kendine paye edinmişlerden kurtulmak ve kaçmak.

“Kemanı ağlatan adam” diye anılan ünlü keman virtüözü Farid Farjad, 1938’de Tahran’da doğdu. 8 yaşında keman çalmaya başlayarak adım attığı yola, Tahɾan Müzik Konseɾvatuaɾı’nda klasik müzik üzeɾine masteɾ yaρarak devam etti. Tahɾan Senfoni Oɾkestɾası’nda önemli göɾevleɾ üstlendi. Faɾs Halk Müziği biɾikimine sahip olan Faɾjad, keman ile Klasik Batı müziği üzeɾinde de çalışmalaɾda bulundu. Bu çalışmalaɾıyla Faɾs müziğinin gelişmesinde önemli biɾ yere sahip oldu.

Farjad, 1979 yılındaki İran İslam Devrimi öncesinde ülkesinden ayrılarak Кaliforniya’ya yerleşti.  Bu yıldan itibaren ABD vatandaşlığına geçip ve yaşamını ABD’de sürdürdü. Fakat kendisini ABD’li değil, İranlı ve Fars olarak nitelendirmektedir. Devrimden sonra İran’da müziğin “haram” ilân edilmesi ve yasaklanmasının ardından Farjad’ın ve birçok Fars müzisyenin ülkeye girmesi yasaklandı. Sanatçı yıllardır Los Angeles’ta yaşamaktadır.

“Kuşların raks edemediği, annelerin ninni söyleyemediği, sokaklarda yankılanan ritimlerin yerini sükûnetin aldığı, müziğin yasak olduğu bir ülke düşünün! 1979’da Humeyni’nin başlattığı İslam Devrimi, İran sokaklarını ritimsiz, bebekleri ninnisiz, Farid Farjad’ı ülkesiz bıraktı.”

Farjad’ın, yalnızca piyano ve keman kullanarak oluşturduğu anroozha (O Günler) isminde beş albümden oluşan bir albüm serisi bulunmaktadır. ayrıca Golha Orkestrası adlı kolektif iki albüm de sanatçının eserleri arasındadır. Bu albümlerde Farjad, kendi deyimiyle doğadaki hüznü notalara dökmüştür. albümlerinin bu yönde oluşmasının sebeplerinden birisi olarak devrimden sonra ülkesinden uzaklaşması ve ülkesinden uzakta yaşamak zorunda kalmasını göstermiştir.

Ünlü keman sanatçısının Türkiye’den de birçok seveni bulunuyor. Farjad, Türkiye’ye ve Türk halkına olan sevgisini Mersin’de verdiği bir konserde şu şekilde dile getirdi: ”Ben yaşadığım yerde sevgi ve saygıya çok önem veririm. Ben, bahsettiğim sevgi ve saygıyı Türkiye’de buldum. Sadece kemanıma değil, bana da değer ve beni ben olduğum için seven insanları burada tanıdım. Hayatıma dair belli programlarım var. Memleketime de yakın olan Türkiye’ye yerleşmek ve işimle ilgili çalışmaları burada yürütebilmek gibi planlarım var. Bunu gerçekleştirmeye çalışacağım. Buraya ikametimi yaptırabilirsem, kesinlikle Türkiye’ye yerleşmeyi düşünüyorum. Artık, programlarım arasında bu da var.” Türk kültürünü kendine yakın hissettiğini aktaran Farjad, ”Türkiye’de çok yakın dostlarım oldu. Türkiye’ye yerleşmek, burada yaşamak istiyorum. Eğer bir gün bu dünyadan gidersem, burada gömülmek istiyorum. Kendimi bu topraklara, coğrafyaya daha yakın hissediyorum. Buradaki insanlar, beni çok seviyor” diye konuştu.

Kürk Mantosuz ‘Maria Puder’

“Ben böyleyim işte!” dedi.
“Ben garip bir kadınım.
Benimle ahbaplık etmek isterseniz birçok şeylere tahammüle mecbur kalacaksınız..”

(YKY Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali)

Kitabın son satırlarını okudum ve kapağı kapayıp bir süre Sabahattin Ali’nin solgun yüzünü izledim. Yazdığı romanlarda karakterlere yüklediği salt duruşlar, hepsini birer ayrı kimliğe bürüyor, okuyucuda büyük merak ve ilgi uyandırıyordu. Sanki o karakterlerin hepsiyle güçlü bir bağı varmış gibi, çoğu kez Raif Efendi’nin trajik hikayesinde hep bir yerlerde onları izlediğini hissettim… Elimdeki kitabı masaya bırakıp başımı yastığa koyduğum andan itibaren, zihnim Maria Puder’i anlamak ve düşünmekle meşgul oldu. Raif Efendi’nin nazarında onu böylesine elzem kılan güzelliğe büründüm. Daha sonra o güzelliğin verdiği yalnızlık sindi üzerime ve bir kez daha hüzünlendim. Maria Puder’in akıbetini kabullenmek duygusu bile beni kara bir girdaba itmeye yetiyordu. Hayal ettim; kürk mantosuz Madonna’nın son tablosunu… Böylesi epik bir aşkın ayrı ayrı ölümlerle neticelenmiş olması öylesine acıydı ki, Sabahattin Ali’nin yaşayıp da o hazin sonu değiştirmesini diledim bir an… Fakat acı son değişmiyordu. Hayalimde canlanan son tablo bile bu aşkı mutlulukla sonlandırmıyordu. Maria Puder yine yalnız bir şekilde ölüyordu; Raif Efendi yanına uzanamadan…

Bir lahza zaman durdu!

İnce ve hastalıklı parmakları, karşısında duran güzel kadının saçları üzerinde dolaştı… Titreyen ellerine hakim olamıyordu, bir vakit muktedir olduğu fırçaları tutmak öylesine zordu ki… O alımlı kürkün içerisinde, bütün çirkinliklerden ve kusurlardan tenzih edilmiş berceste bir çehre. Böylesi saf, duru ve sakin bakışların altında yatan mağrur seda; sessiz ve buruk bir şekilde duruyordu öylece. Mamafih yeri göğü sarsan bir fırtına kuşatmıştı etrafını…

Siliyordu işte!

Kürklüyle beraber Raif’in bütün düşlerini de siliyordu; Kürk mantolu Madonna’sını öldürmüştü tek bir fırçayla. Durdu bir müddet, nefessiz kalmıştı…

Ölüyordu.

Maria Puder, son tablosunu ardında bırakarak, fırçasının yere düşmesini bekleyen ölüm elçisine canını teslim ediyordu.

Ve fırça elinin arasından kayıp düşüyordu…”

“Raif Efendi ise kürk mantolu Madonnası olmadan geçen on seneyi ardında bırakarak, Maria’nın ölümünden bihaber muğlak bir yaşamın arasında bulmuştu kendini.”

“On sene, tam on sene, zavallı ruhumun bütün kırgınlığıyla, bir ölüye kızmış, bir ölüyü suçlu tutmuştum… Onun hatırasına bundan daha büyük bir hakaret yapılabilir miydi? Hayatımın temeli, gayesi, sebebi olan kimseden on sene, hiç tereddüt etmeden, haksızlık edebileceğimi hiç düşünmeden şüphelenmiştim. Onun hakkında en akla gelmeyecek şeyleri tasavvur etmiş ve bir an olsun durup da, belki de böyle yapmasının ve beni terk etmesinin bir sebebi vardır, dememiştim. Halbuki sebeplerin en büyüğü, en mukavemet edilmezi, ölüm varmış. Utancımdan deli olacaktım. Bir ölüye karşı duyulan hazin ve faydasız nedametle kıvranıyordum. Ömrümün sonuna kadar, diz çökerek, onun hatırasına karşı işlediğim cinayetin kefaretini vermeye çalışsam, bunda gene muvaffak olamayacağımı, insanların en günahsızına kabahatlerin en ağırını; seven bir kalbi yüzüstü bırakmak ihanetini yüklemenin, asla affedilmeyeceğini seziyordum.”

YKY Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali