“Kendi sözünü kesiyordu.”
-Georg Christoph Lichtenberg
Hangi saatlerde sokağa çıkılacağını bilmiyorum. Hangi günlerde sokak fotoğraflarına bakabilirim, bakabilir miyim, bilmiyorum. Ben hep bir yerdeyim, odamdayım, yatağımdayım. Benim yatakta bıraktığım izler ve yatağın bende bıraktığı izler bizi bağlıyor. Mesela yatağın orta kısmındaki çöküntü, baş kısmındaki saç ve sakallarım, yastıktaki sarı lekeler benim yatakta bıraktığım izler. Susmak, dümdüz susmak, insanların suratlarına bakamayıp utanarak susmak… beynimdeki ve dilimdeki uyuşukluk yatağın bende bıraktığı en büyük iz.
Bugün ise çekmeyi unuttuğum perdeden gözüme dolan Güneş ile uyandım. Alarmdan tam iki saat önce ve tamamen dinç bir şekilde. Olabildiğince azınlıkta olduğumu hatta tamamen yalnız olduğumu hissettim. Zamanın durmasını istedim. Ne için istedim? Bu sefer kaçmak için değil, karşılaştıklarıma verebileceğimin en fazlasını verebilmek için, kendimi doldurabilmek için.
Yüzümü buz gibi bir suyla yıkadım. Öyle suyu çarpıp geçmedim, sabunla iyice yıkadım. Yüzümdeki depresif izleri siliyordum sanki. Bir haftadır üstümden çıkarmadığım, üzerinde her türden leke birikmiş eşofmanlarımı çıkardım. Tamamen soyunup D Vitamini almayı bile düşündüm. Odaya süpürge attım, çarşafları kılıfları değiştirdim, kitaplarımı düzenledim. Odadaki depresif izleri de siler gibiydim. Ekin Kurt’un Foreseeable Dream’ini açtım, sesi de fulledim, şöyle bir arkama yaslandım. Gerçekten de öyle mutlu ve masalsı bir gün oluyordu.
Sonra bir sinek gibi vızıldayıp duran bir soru geldi kondu aklıma. O an ‘Ben kimim ki?’ diye sormuş bulundum. Sadece bir soru tüm kalabalıklığımı döktü ortaya. Cevaplayamayıp üstünü örttüğüm sorular kafama doluştu. Bir sızıntı oluştu içimde, içimden başka akacak yeri yoktu. Bir sızı hissettim.
Şimdi bir kağıda ya da bir insana dökülemeyecek kadar dağınığım. Kafamda uçuşan sorular, alternatif cevaplar, parlayıp sönen öfkeler, düşünceler, kaygılar, bilemediklerim… tüm bunların arasından birkaç kelimeyi seçip bir cümle ve cümle ardına cümle kuracak durumda değilim. Anca kendi kendime işte.
Pardon ya, kusuruma bakmayın harbiden! İnsanoğlu işte, sizin gibi değiliz. Aldım kucağıma dert anlatıyorum öyle. Güneşinizden de alıkoydum sizi. Yoksa suyunuzu vermeyi de mi unuttum! Çok özür dilerim. Biliyorsunuz, kendimle çok uğraştığımdan; az önce anlattım. Belki gelecekten çok, yarattığı kaygıyı düşündüğümden; belki yanlış sorular üzerinde fazla durduğumdan sizi de unutmuş bulundum. Ama bir daha unutmam sizi, söz! Hatta kendi üzerime de bu kadar düşmeyeceğim. Akışına bırak ya, zaten evdesin! O an ne istiyorsan onu yap! Hem o kadar da önemli değil, değil mi? O kadar da önemli değilimdir belki. Ama yok ya! Ben de ‘herkes’ kadar biriciğim.