Şair olmak, şair diye anılmak ne büyük bir lütûftur insana. Yazıldığında tek hece, okunduğunda tek hece, anlamlandırıldığında büyük bir kazanç elde ediliyor. Aynı kıyafetin vitrinde durup kendine ait olana giydirildiğinde tamamlandığı, anlamlı olduğu gibi. İşte bizim de bazı kıyafetleri ruhumuza giydirme ve oldurma ihtiyacımız oluyor. Bir neşede, bir hüzünde, birçok acımızda, içimize çektiğimiz nefesi geri verebilmek için, dikenleri yutup sindirebilmemiz için ufak bir nâmeye, küçücük bir su birikintisine ihtiyacımız oluyor. Bizi Rahman’a ulaştıran, O’nu hatırlatan, dünyayla bir nebze de olsa ayrılabilecek yazılara ihtiyaç duyuyor ruhumuz.
Deyip devam ediyorum yazıma ve çoğu şiirlerimize taç olmuş, çoğu kez şiirlerimize dokunmuş mukaddes bir insanın hayatından özet geçeceğim Allah izin verirse;
Şâir Nâbi; hayatını okuyup birçok ibretler toplamaya çalıştığım, bazen tüylerimi diken diken eden noktalar bulduğum önemli bir insan.
Osmanlı divan şairlerinden. Asıl adı Yusuf’tur. 1642’de Urfa’da doğdu ve 1712’de İstanbul’da vefat etti. Hacı Gaffarzadeler isimli bir ulemâ ailesinden olup, kuvvetli bir tahsil gördü. Arapça ve Farsçayı bu dilde şiir yazacak kadar iyi öğrendi. Urfa’da arzuhalcilik1 yaparken, vâlinin tavsiyesi ile, yirmi beş yaşında İstanbul’a gitti. Vezir, Musahip Mustafa Paşa’nın divan kâtibi oldu. Bu sıralarda, şâir Nailî ile görüşmek suretiyle şiir kabiliyetini geliştirebilme fırsatı buldu.
Aslında pek de araştırmayız bu isim kendisine nereden gelmiş. Anlamı nedir diye…
O halde bilmeyenlerimiz için söylemek, bilenler için de ufak bir hatırlatma yapmak isterim; Bu isim, Arapça’da “yok” manasına gelen “nâ” ve “bî” eklerini birleştirerek “Nâbî”yi kendine mahlas2 yaptı. ‘Kim kendine “yok” kelimesini mahlas yapabilir ki’ dedim kendi kendime ‘bu aşk kesinlikle derin bir ilahi aşk, bu nefsin tezkiyelenmiş, “yok” halidir bence’ dedim… Ve bundan sonra devamını okuma isteği daha da gelişti. Tabiri caizse ilgimi daha da çekti.
Divan kâtipliği esnasında Dördüncü Mehmed Hân’ın da iltifat ve ikramlarına kavuşan padişah ile beraber Lehistan (Polonya) seferine iştirak etti ve Kamaniçe kalesinin fethi üzerine tarih düşürerek yazdığı şiir, kale kapısına işlettirildi. Giderek devlet ricali ve aydınlar arasında hoş sohbet, tatlı ve tesirli söz söyleyen, geniş kültürlü birisi olarak tanındı. 1677’de hacca gitmek istediği zaman padişah kendisine Mısır vâlisine hitâben yazılmış olan şu fermânı verdi: “Refah üzre haccettirmek; murâd-ı hümâyunumdur. Nâbî efendinin hayırlı haccından teşekküre değen gayretlerinizin bulunmasını isterim.” Nâbî haccettikten sonra, “Tuhfet-ül Haremeyn” (Hicaz Hediyesi) isimli eserini yazarak dördüncü Mehmed Hân’a takdim etti.
Musahip Mustafa Efendi’nin Mora’ya, kaptan-ı dervalik vazifesi ile gönderilmesi üzerine Nâbî de onunla beraber gitti. Çok sevdiği Mustafa Paşa’nın vefâtı üzerine Halep’e yerleşti ve orada evlendi.
Kendisi Halep’teyken padişahlar cülus3 yazıp gönderiyorlar. Yani diyorlar ki; “gel hükümdarlık tahtıma otur”. Kendisi altı padişahın saltanatını görüyor. Padişahların hepsi de şiirlerini beğenip, ikramlarda bulunuyorlar. Yirmi beş yıl kaldığı Halep’te, fevkalade güzel gazellerin yer aldığı Hayriyye ile Hayrabâd’ı yazıyor. Şiirleri çok sağlam olup, atasözü ve vecize4 hükmüne geçmiş birçok mısraları bulunmaktadır. Daha çok öğretici mahiyette şiirler yazdı. İstanbul Türkçesini çok iyi kullandı. Hayriyye, 1857’de Fransızcaya tercüme edildi ve Paris’te yayınlandı. Bu meşhur eserinde, tecrübelerini ve İslamın esaslarından başlayarak, ilim edinme yollarını, san’at ve kültür merkezi İstanbul’un güzelliklerini, sosyal ve ferdi hayatla alakalı birçok meseleyi edebli bir şekilde, sade ve akıcı bir üslupla dile getirmektedir. Ahlâki meseleleri de çok güzel ve etraflıca anlatan Hayriyye, uzun zaman okullarda ders kitabı olarak okutulmuştur.
Baltacı Mehmed Paşa Halep Valisi iken ikinci defa sadrazamlığa tayini üzerine, Nâbî de onun yanında İstanbul’a geldi. Nâbî bu defa da Darphane emini ve Anadolu muhasebeciliği vazifelerinde bulundu. Kendisine zamanın edebiyatçıları tarafından “Şeyh-ül şuarâ5” ünvanı verildi. Kendisinden sonra birçok edebiyatçıyı etkiledi ve birer örnek teşkil etmiş oldu.
Nâbî efendi, şiirlerinde iyiyi ve doğruyu vermeyi hedef almıştır. O, bir düşünce ve hikmet şairidir. Şahsi duyguları, gönül arzularını aşmış, hakiki bir müslümanın hayatını hem yaşamış, hem de şiirlerinde yaşatmıştır. Fani dünyanın ahvaline aldanmamak, kimseye haksızlık, zulmetmemek, hep müşfik6, merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak, şiirlerindeki nasihatlerinden en çok rastlananlarıdır. Dili sade, söyleyişi düzgün, rahat ve çekicidir.
Nâbî İstanbul’a geldikten iki sene sonra vefat ediyor. (Allah ondan razı olsun) Kabri; Karacaahmed Mezarlığı’nda Miskinler Tekkesi’ne giden yolun sol kenarında olup, İkinci Mahmud Han ve İkinci Abdülhamid Han tarafından tamir ettirildi.
Gelelim o etkileyici edebiyatı, bize iyice sevdiren şiirlerine…
Nâbî’nin Medine-i Münevvere’de Ravza’-ı Mutahhara’ya asılmak üzere yazdığı güzel manzume şöyledir:
Sakın, terk-i edepten kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu,
Nazargâh-ı ilâhidir Makam-ı Mustafa’dır bu.
Habib-i Kibriyânın hâb-gâhıdır hakikatte
Tefevvuk kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu diçûr-i âdem zâil
Amâdan kaçtı mevcudât çeşmin tûtiyâdır bu.
Felekte mâh-ı nev Bâb-üs Selâmın sine-çâkidir
Anın kandilidir hûr matlai nûr-i ziyâdır bu.
Mûrât-ı edeb șartiyle gir “Nâbî” bu dergâha
Metaf-ı kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu.
(İstanbul İçin…)
Etsin İstanbul’u Allah mamur
Andadır cümle maâl-i umur
Ne kadar âlemi devretse sipehi
Hep İstanbul’da bulur istikbâl
Ne kadar alemi devretse sipehi
Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehr
Hüsn ile görmek ile müstesna
Ani âğûşuna çekmiş derya
GAZEL
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz.
Biz neşâtın da gâmın da rüzgarın görmüşüz.
(Biz, dünya bağının hem sonbaharını, hem de baharını görmüşüz. Yani, neșenin de, gamın da zamanını görmüş geçirmişiz.)
Bu şiirlerini ve daha nicelerini okuduktan sonra çok da lafla izahata gerek kalmıyor sanırsam. Belki bir Nâbi olamayız ama Nâbi gibi düşünebilmek ümidiyle…
- Arzuhalcilik: Para karşılığında dilekçe yazma işi.
- Mahlas: Genellikle Divan Şiiri ve Türk halk şiiri ozanlarının yapıtlarında kullandıkları ve ünlendikleri takma ad.
- Cülus: Tahta çıkma, hükümdarlık tahtına oturma.
- Vecize: Özdeyiş, kimin söylediği genellikle bilinen özlü söz.
- Şeyhül şuara: Şairlerin sultanı.
- Müşfik: Sevecen.
Seve seve tebessüm ederek okudum yazını. Düşünce ve hikmet şairimiz Nâbî’yi, kendi üslubunla ne güzel tarihi ve edebi olarak gönülden anlatmışsın. Çok teşekkürler iyi ki kaleme aldın. 👏❤
Çok teşekkür ederim canım benim. Gönüllere bu güzelliği serpebilmek, insanlara bir şeyler katabilmek beni mutlu ediyor, yolumuz her daim güzelliğe çıksın. 🌷
Öyle büyük bir keyifle okudum ki. Çok bilgilendirici bir yazı olmuş. Yüreğine sağlık. 😊🥰🌺
Teşekkür ederim canım, sizinde yüreğinize sağlık🌹
Yine yüreğinin bam telinden dökülen bir yazı olmuş kardeşim yolun açık olsun
Teşekkür ederim kuzum, yüreğin dert görmesin 🌷
Bizi dehlizden aydınlık incilerle buluşturdun, emeğine sağlık :))