İçindeki tarifsiz korkuyla birlikte, sesin olduğu tarafa doğru yöneldi. Kapıya doğru bakınca gözleri iri iri açıldı. Hava yeterince sıcak olmasına rağmen Zeynep soğuk soğuk terliyordu. Olduğu yerde çivi gibi çakılıp kaldı, ne olacaksa kaderine razı bir şekilde bekler gibiydi. Kapıda sert ve öfkeli ses tonuyla seslenen Selami’ydi.
Bu sertlik ve öfke davranışlarına da yansıyarak bir anda kapıyı kapattı. Zeynep’in üstüne doğru yürüdü ve sertçe iki eliyle kollarından tuttu. Sarsarsak hırsını almaya çalışır gibiydi. Çünkü onu defalarca uyarmıştı ama sonunda korktuğu başına gelmişti. Arka arkaya sorular sormaya başladı.
‘’Ne gördün, ne! Söyle çabuk, nerelere girdin? Şimdi mi girdin içeri? Nasıl girdin? Sana ne demiştim, ne anlaşmıştık?’’
Öfkesi o kadar artarak gidiyordu ki, kendine hakim olmakta güçlü çekiyordu resmen. Zeynep korku dolu bakışlarla bir şeyler söylemek istedi ama dedikleri anlaşılmıyordu bile. O kadar korkmuştu ki yüzüne bakamıyordu Selami’nin. Tek isteği oradan çıkıp gitmekti bir an önce. Ellerinden bir anlığına kurtulup kapıya doğru yöneldi ve hızlı adımlarla gitmeye, daha doğrusu kaçmaya başladı. Selami buna asla izin veremezdi. Ne gördüğünü bile bilmiyordu. Zeynep tam çıktım ve kurtulacağım derken, kolunda beliren acıyla birlikte bir anda kendisini kapıdan savrularak uzaklaşırken buluverdi. Selami o kadar güçlü çekmişti ki, Zeynep yere düşüp, kafasını bile kaldıramadan ağlamaya başlamıştı.
İki saniyeliğe gözden kaybolan Selami, elinde bir iğne ile gelmişti. Zeynep oturur vaziyette yerde sürünerek iğneye bakmış ve ayakları, elleriyle geri geri kendini itip bir kedi gibi duvarın dibine kıvrılmıştı. Tek haykırdığı şey;
‘’Yapma, yapma, yapma…’’
Ortalık karanlığa bürünmüştü. Aradan kim bilir ne kadar zaman geçmişti. İğne ile bayıltılan Zeynep yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Önce hafifçe gözlerini açmaya çalıştı. Olduğu yer çok karanlıktı ve kendini bile aydınlatmaktan aciz, cılız bir ışıkla birlikte etrafındaki olup biteni anlamak için kendine gelmeye çalışıyordu. Kafasını güçlükle kaldırmış ve gözlerini açmıştı sonunda. Elleri ve ayakları bağlı, rahatsız edici tahta bir sandalyede oturuyordu. Karşısında tam tersi bir sahne ile, tamamen özgür ve rahat bir sandalyede oturan Selami’yi gördü. Korkusu azalmış, azalan korkunun yerini öfke almaya başlamıştı ve o öfkeyle birlikte gözlerinin içine bakarak hiç alışkın olmadığı şeyler söylemeye başladı.
‘’Adi herif, pislik! Şerefsiz! Çöz beni, bak bağırır herkesi toplarım buraya! Pislik! Çöz beni! Canım acıyor.’’
Hafif bir tebessüm ile gülüyordu Selami ve kendi sahasında maç yapan futbol takımı rahatlığında üstünlüğünü hissedercesine duyduğu zevkle söze girdi.
‘’Yapma ya. Bağırsana Allah aşkına. Bağır bakalım duyan olacak mı? Şu an yerin tam iki kat altındasın Zeynep Hanım. Sabaha kadar bağırabilirsin. Hem herkes gitti, sizden hiç kimse kalmadı. Onları zevkle yolcu ettim. Sizinkilere, annemden sonra yorulduğunu ve birazcık başının ağrıdığını, uyumak istediğin için odaya çıktığını ve uyuya kaldığını söyledim. Beni o kadar çok seviyorlar ki, sana iletmem için selam bile gönderdiler.’’ (gülerek)
‘’Allah belanı versin! Şerefsiz!…’’ (tükürür)
‘’Aaa… Hiç yakıştı mı senin gibi bir hanımefendiye. Ne bu şimdi. Bela okuma, başımıza bir şey gelir.’’
‘’Senden nefret ediyorum! Nefret!’’ (ağlayarak)
‘’Bunu bana söyleyen ilk kadın değilsin, muhtemelen son da olmayacaksın.’’
Zeynep duydukları karşısında ne yapacağını bilmiyordu. Çünkü sessiz sakin bir ömür yaşamış ve çoğu insan gibi böyle şeylerle hiç karşılaşmamış, ancak dizi ve filmlerde görmüştü. Meğerse gerçekmiş ve bu kabusun içinde, tam ortasında bizzat kendisi vardı. Öfkeyle çözmeyeceğini anlamış gibiydi, bütün yolları denemek istiyordu. Dikenlerini indirmiş ve yalvarmaya başlamıştı.
‘’Selami, ne olursun yapma. Bak sen böyle biri değilsin. Lütfen bırak gideyim. Bak söz veriyorum, annene sorunun bende olduğunu söylerim ve boşanırız. Söz kimseye bahsetmem ve yemin ederim bir daha karşına çıkmam. Ne olursun Selami yalvarırım, lütfen. Bırak beni gideyim.’’
Biraz sessiz kalıp boşluğa bakarken Selami, bir umut belirdi Zeynep’in içinde. Sanki bir anda insafa gelip bırakacağını hissetmişti. Gözlerinin içine bakmaya çalışıyordu ama boşluğa baktığı için bir türlü denk getiremiyordu. Ortamdaki sessizlik bir anda bozuluverdi.
‘’Yok! Olmaz! Canım istemiyor. Sen benim misafirimsin. Gelmişsin o kadar, seni güzelce ağırlamadan, hiçbir yere bırakmam.’’
Öfkesi tekrar geri gelmişti ve olduğu yerde küfürler ederek çırpınmaya başlamıştı. Çıkan gürültüden rahatsız olan Selami kalkmış ve kapıyı kapatıp gitmişti. Arkasından uzun uzun bağıran ve yardım çığlıkları atan Zeynep, bir süre sonra güçsüz düşmüş ve yorulmuştu. Başını öne salmış, bilekleri çırpınmadan ip kesikleriyle yanarken, asıl yangın yeri olan yüreğinin acısını bastırmaya çalışıyordu.
Bir süre böyle sessizce durdu, gelen giden olmayınca etrafı incelemeye başladı. Fakat işine pek yarayacak bir şey yok gibiydi. Hem ışık o kadar cılızdı ki, ne var ne yok etrafta tam göremiyordu. Sandalyeyi devirip biraz ileri gitmek istedi. İpler çok sıkı bağlanmıştı. Çırpınması sonucu biraz gevşetse bile, bu onun pek işine yaramayacaktı. Sandalyeyi düşürmek için bir hamle yaptı ama olduğu yerde kaldı. Tekrar denedi ve tekrar hiçbir şey olmadı. Üçüncüyü denemek yerine, hiç kımıldamayan sandalyenin ayaklarına bakmak gelmişti aklına. Ayaklarından yere çivilenmiş bir sandalyede oturduğunu fark etti. Çaresizliği kabullenmiş gibi omuzlarını düşürüp, başını tekrar öne eğerek ağlamaya başlamıştı. Artık göz yaşları pek gelmiyordu. Uzun süre ağladığı için onlar da kendini tüketmişti.
Karşısında duran ve hapishanedeki hücreleri andıran demir kapı arkasından sesler gelmeye başlamıştı. Kısa süre sonra kapı açıldı ve içeri Selami girdi.
‘’Uyanmışsın. Sakinleştin mi bakalım?’’
‘’Selami, tuvaletim geldi.’’
‘’Tamam yapabilirsin altına, burası çok temiz bir yer değil zaten.’’
‘’Selami, lütfen.’’
Açık kapının arkasına doğru gidip, elinde bir tepsiyle geldi.
‘’Sana yemek getirdim. Şimdi onu yedireceğim. Yanlış bir şey yapmaman, senin için en doğru seçim olacaktır.’’
Zeynep yemeği duyunca açlık hissini fark etmişti. Aklına bile gelmemişti saatlerdir aç olduğu. Hem saatin kaç olduğunu bile bilmiyordu. Yerin iki kat altında havayı görmek zaten imkansızdı.
‘’Aç mısın?’’
Başını olumlu yönde salladı.
‘’Bir şey yapmaya kalkma tamam mı?’’
Tekrar olumlu yönde salladı.
‘’Aç bakalım ağzını, bir şeyler ye ki güçsüz düşme.’’
Zeynep yavaş yavaş bir şeyler yemeye başlamıştı. Sanki yediği yemek hiç yabancı değil gibi hissetmişti. Orada yediği ilk yemek ya da son yemek değil gibi bir his. Karşılıklı sessizliği bozan tabi ki Selami olmuştu. Zeynep’in tek amacı iki lokma yemek yiyip, kendine gelmekti.
‘’Ye güzelce, daha çok buradayız. Güçsüz düşersin bak sonra.’’
Bunu duyduktan sonra öfkesi tekrar baş göstermişti, ağzındaki çorbayı yüzüne tükürdü ve gülmeye başladı.
‘’Ne! Ne yapıyorsun sen! İyice kafayı yedin!’’
Selami de kendi öfkesine yenik düşüp, sert bir tokat attı.
‘’Sana yemek falan yok! Aç kal bütün gün aklın başına gelsin!’’
Zeynep gülmeye devam ediyordu. Gözleri hiç normal bakmıyordu, sanki delirmiş gibiydi. Bir anda Selami’nin dediği cümle dikkatini çekmişti. ‘Aç kal bütün gün’ işte aradığı ip ucunu bulmuştu. En azından saatin sabah saatleri olduğunu anlamıştı. Bu kadar basit bir şeyden bile mutlu olmuştu. Selami giderken arkasından seslendi.
‘’Güle güle hayatım. Yine bekleriz.’’