‘’Uyanmakta geç kaldıklarını fark edemediler. Herkes alkış tuttu, gün geldi nefret kustu insanlığa. Koltuk uğruna, hırs uğruna, hınç uğruna, korku uğruna vazgeçtiler gerçeklikten. Kimi çamura bulamayı, kimi çamura bulanmayı tercih etti. Aralarında tahtlarının tadından vazgeçemeyenler vardı; plastik sandalyeyi reva gördüler. Temmuz ayında kar boranı yaşattınız sayısız günahsıza, toprak tanımını tahayyül edemeyen al yanaklara. Nergisleri soldurdunuz, göğsünde gülleriyle.
Tek bir aydınlık kaldı kurtarılmayı bekleyen, kararmış hayatların arasında bir tek aydınlık: Adalet. Nevbaharın ciğerlere nüksedeceği günleri bekliyor alem. Bu ümit ile ye’sin savaşı olacak.’’
Uyandığında teri yastık kılıfına sızmıştı Işıl’ın. Göz kapaklarını hareket ettirmekte tereddüt etse de göz yaşları sızıyordu pembe dağların ardından. Rüyanın etkisinden çıkmak için çabalamıyordu bile, ilk defa tabloda ne yazıldığını öğrenmişti. Elinden gelse rüyasını kaydedip tekrar tekrar izleyebilmek isterdi. Yavuz Efendi’nin çocukken masal gibi anlattığı tablonun hayatıymış meğer. Sıkı sıkıya sarıldı tekrar tabloya, son kalan aydınlığı elinde tutuyordu. Komidinin üzerinde duran telefonun titremesiyle kendine gelmişti:
-Alo!
+Işıl, kızım, iyi misin yavrum?
Ağlamaklı sesi ahizeden yansıyan Işıl:
-Baba, neredesin baba? Beni neden bu yükün altında bıraktın?
+Kızım, şimdi sakin ol ve beni dinle, lütfen! Yalena ile beraber seni almaya geldik. Oasis Otel, Lenin tipli adam ve adamlarının. Kapının arkasına, açılmayacak şekilde, ne varsa yasla.
-Lenin tipli adam da kim, o kim baba?
+Adaletle sıvadığımız büyük binanın yıkımcısı! Bekle bizi Işıl!
…
+Bütün konuşmaları dinlediniz mi Tayyar Bey?
-Haha! Gerçekten bana Lenin tipli adam mı diyor?
+Tipinizden dolayı olmadığı kesin.
-Ne oldu Yalena? Bir anda taraf mı değiştirdin?
+Siz kendi masanızdaki insanlara güvenmez misiniz?
-Soruları havada uçurmayı bırak. Otoparka in ve orada bulunan her şeyi aktifleştir.
+Her şeyi mi?
-Soru sormayı bırak artık!
Arkasına baktığında Yalena’nın hızla kaybolduğunu gören Borsov, kızıyla konuşmasının dinlendiğini anlamasa da tahmin edemeyecek kadar aptal değildi. Otel’e girer girmez etrafını saran penguenlerle nasıl başa çıkacağını düşünürken diğer bir yandan koruması gereken iki şey olduğunu düşünüyordu: Işıl ve Tablo. Hızlıca asansöre doğru koştu, bir anda ceketinin vatkasından Tayyar yakaladı:
-Borsov, Borsov, Borsov. Bir merhabanı alamayacak mıyız ya hu?
+Çek elini! Bu savaşı kaybedeceksin biliyorsun değil mi?
-Bugün de herkes soru soruyor. Ben size bunun cevabını çoktan verdim. Gel hadi kızına gidelim.
Ayaklarını sürüye sürüye Tayyar’ı takip eden Borsov daha kaç kat yerin altına gideceklerini kendi kendine sorgulamaktan önünü görmekte zorlanıyordu. Sürekli ayağını burkuyor, dengesini kaybediyordu. Islak kömür kokusu gelmeye başladı burnuna. Küften halliceydi bu koku ama dayanılması yine de zordu. Hoş, bu durum ortamdaki tek sorun değildi, hatta sorun bile değildi. Hele karşısında gördüklerinden sonra; Yalena’nın bir elinde Işıl, diğer elinde Tablo.
-Baba, kapıyı kırdılar!
+Sorun değil kızım, sen iyi misin?
Sinirlendiğini iyice belli eden Tayyar:
-Tamam, kesin artık havayı kirletmeyi! Kaç defadır sizi uyarıyorum. Elinizdeki tüm tebaayı yok ettim, tüm çiçekleri kökledim, ağaçların dallarını kırdım; güller dikenleriyle kaldı, denizler çekildi ve kumları yandı. Sizi de bitiremeyecek miyim zannediyorsunuz?
+Başaramayacaksın!
-Başardım bile.
Lenin tipli adam ve avaneleri, otelin otopark kirişine Işıl, Borsov ve Tablo’yu bağladı. Yalena’nın aktifleştirdiği kolonların içindeki dinamitlerin patlaması otelin yaprak gibi yere serilmesine sebep oldu. Uzaktan izleyen Tayyar tüm nefretiyle gülümsedi.
Bu ümit ile ye’sin savaşıydı. Savaş bitti ve kazanan zahirde belli. Geriye sadece her şeyi yeniden inşa etmek kaldı.