O gün yine değişmeyen ve kaçınılmaz bir gündü onun için. Sabah erkenden uyanmaya çalışan ancak bunu çoğunlukla beceremeyen, kalktıktan sonra ise uykusunu açmak için kahve içen birisiydi o. Her ne kadar içeceği o acı, katkısız kahvenin midesini rahatsız edeceğini bilse bile içiyordu işte aç karnına.
Aralık ayının getirdiği soğukluğu teninde hissetmek adına odasının camını açar ve öylece bakardı. Sabah rutini haline dönüşmeye başlayan yirmi dakikalık kitap okumaları ve yirmi dakikalık sabah yürüyüşleri uzayıp giderdi. Yaptığı bu yürüyüşlerde her sabah, mevsim geçişlerini dikkatle gözlemler, bir gün bisiklet alıp bu mevsimleri öyle gözleyeceği sözünü hep hatırlatırdı kendine. Sonbahar mevsiminde yaprakları eze eze; kış mevsiminde kar tanelerinin üzerinden geçerek lastiğinin izini gözlemleyen çocuklara bakacağını hayal ederdi. Yaz aylarında da bağrını açıp terli terli dolaşabileceğini… Hâlbuki hiç de inancı yoktu. En başında kendisi inanmıyordu bisikleti alabileceğine. Monotonluğunu bozmaktan korkardı.
Sabahki uzayan yürüyüşünden sonra ciğerlerini oksijene boğduğuna inanarak sıcak suyun altına bırakırdı kendini. Duştan çıkar çıkmaz kendini kaptırdığı soğukluğa, cama koşardı. Açık unuturdu her sabah. Unutacağını bile bile o camı kapatmazdı.
Saçlarını ne kadar kurutursa kurutsun hep bir tarafının ıslak kalacağını bildiğinden çok da çabalamazdı. Öylesine bir kafa sıcaklığı oluştururdu kurutma makinesi onun için. Maksat alışkanlığı devam ettirmek, hayatın akışına karşı koymamaktı. Kim bilir, belki de kış ayında soğuktan katılaşmış saç seviyordu bu adam.
Henüz bir arabası yoktu, işine gelip giderken tramvay kullanır, bazen de arkadaşları onun asık suratına zar zor dayanarak evine bırakırdı. Tramvayda insanların yüzlerine çok dikkatli bakar hatta farkına varmadan yüzlerini incelediği insanların bulutlu düşüncelerinde kaybolup giderdi.
Kendisine dikkatli bir şekilde bakıldığının farkına varan tramvay yolcusu da genç adama o gözle bakardı, ne diye bakıyorsun dercesine. Bizim genç de birden kızarıp, morarıp gözlerini başka yere çevirirdi.
Bu yolculuklarında kulağında hep kulaklık olurdu. Sanki o olmadan hayat şarkısı yok olacakmış gibi gelirdi ona. Birkaç kere kaybettiği olmuştu. Hatta ne yapacağını şaşırmış; alışkanlığını, rutinini gerçekleştiremediği düşüncesiyle daha bir huysuz olup çıkmıştı o günlerde.
Tramvaydan inerken, bekçinin ısınmaya çalışan kızarmış yüzünü görür, selam vermek isterdi ancak bunu bir türlü becerememişti şimdiye kadar. Hayatı boyunca da yapamayacağını düşünürdü.
On dakikalık iş yerine yürüme yolunda bir gözlemeciye girer, sabahın bu saatinden beri yufka açmakla uğraşan teyzelerin şimdiden yağın, unun içinde kalmış olmalarına bakar, iki tane gözleme alır, çıkardı.
Kısa bir kaldırımdan geçerken ilk önce kuş yemi satan bir teyzeyle az ilerisinde dilenmekte olan bir teyzeyle karşılaşırdı. Yem satan teyze daha yaşlı ve yorgun dururdu her zaman. Diğeri ise daha genç görünürdü gözüne. Ancak açlıktan kıvranıp üşüdüğü her halinden belliydi. Bir tek yağmurlu havalarda denk gelmezdi ikisine de. Bazen de biri olur diğeri olmazdı. Sanki bir bütün gibi birbirlerini tamamlıyorlardı. Biri yorulmuş çalışma azmini tasvir ederken diğeri ise genç kalmış hayatın azmini…
Kuş yemi satan teyzeden hep bir bardak yem alıp güvercinlere atmayı istemişti. Ancak bu da rutinleri arasında değildi. Değişmeyi göze alamazdı.
İşe giderken tüm yapmak istediklerini ve rutinlerini gözden geçirir, rutinlerini bozmadığı için kendini tebrik ederdi. Çalışma binasına girdiğinde iş arkadaşlarına buz gibi bir selam çaktıktan sonra odasına geçerdi. Arkadaşları da onun normal günden farksız olduğunu anlar ve bir problem olmadığının farkına varırlardı. Neyse ki onlar da alışmışlardı bu somurtkan dostlarına.
O, genç bir iş adamıydı. Kendi denizinde kaybolan… Yelkenlisinde bir esinti çıksa heyecandan duramayan… Hayatının kaptanı olmasına karşın bilmiyordu, rotasına ulaşırken en büyük gücün rüzgar olacağını… Değişikliklere karşı koymaya çalışırken hayatının disiplininde kaybolmuş bir adamdı o. Hüzüne neden olan. Beyhudeliğin içinde kaybolmuş, kaybolduğunun da farkına varmaya çalışan bir adamdı. Kendini böylesine sorgularken akşam olduğunun ve eve nasıl geldiğinin farkına varmamış uykuya dalmıştı.
Sonraki gün genç adam iş arkadaşlarına buruk bir gülümsemeyle selam vermiş odasına geçince ise gözyaşlarını tutamamıştı. Gözleri şişip kıpkırmızı oluncaya kadar…
Arkadaşları ise ne camiden gelen sela sesini ne de somurtkan dostlarının hüzün gözyaşlarını duymuşlardı. Onlar sabahki yarım gülümsemeyle dolup taşmış bunun nasıl olabildiğini kendi aralarında soruşturmaya başlamışlardı.
Gün hafif yağmurla başlamıştı oysaki. Genç adam bu sefer kahvaltısını kahveden önce yapmış, camı da bilerek açık unutma huyundan vazgeçmişti. Tramvayda insanlara bakan gözlerini onlardan esirgememiş, bizim gence, niye bakıyorsun, diyen kişilere: ‘’Gözleriniz çok güzel.’’ ‘’Bıyıklarınız, Amcacığım nasıl böyle uzun?’’ gibi söyleyişlerde bulunmaya başlamıştı. Sanki üzerinden yük kalkıyordu gün devam ederken. Tramvayda kulaklığını çıkarmış hayat şarkısının içimizde bir yerlerde çaldığını anlamaya başlamıştı.
Tramvay sonrasını da planlamıştı. İner inmez güvenlik görevlisinin o soğuktan kızarmış yüzüyle karşılaşacak, el sallar gibi bir hareket yapıp selam verecekti. Görevli belki onu tanımayacak ancak nasıl olsa genç adam selam vermiş olacaktı. Küçük kaldırımdan geçerken iki yaşlı teyzeyle karşılaşacak. Kuş yemi satan teyzeden bir bardak yem alırken kendisine arkadaş olmasını isteyecek, yaşlı teyzeyi yerinden kaldıracaktı. Güvercinleri beslerken teyzeye yaşamı ile ilgili sorular soracak. Tüm merak ettikleri, bir bardak yem ile cevabını bulacaktı. O günkü gözlemelerini dilenen teyze ile paylaşacak, ona da ‘’Merhaba!’’ deyip çalışmalarına geçecekti.
Nasıl bir gündü böyle? Tüm düşünceleri bir anda nasıl değişmiş de rutinlerinin dışına çıkabilmişti. Hayatı bir anda dinamikleşmişti? Oradaki kuşları gördüğü, yem satan teyze ile dilenci teyzeyi karşılaştırdığı zaman mı yoksa gece kafasını yastığa koyduğunda monotonluğunun farkına vardığı vakitte mi?
Yağmur biraz olsun hızlanmıştı. Ancak kuşlara yem atma fikrinden biraz olsun vazgeçmiyordu. Kısa kaldırıma büyük bir heyecanla geldiği vakit yem satan kadını görememişti. Aklına yağmurlu zamanlarda yem satmadığı gelmişti.
Şimdi iş yerinde verilen selayı dinlerken dilenci teyzenin ”O öldü. Selayı duymuyor musun?” deyişi kulaklarında çınlıyordu. Genç adamın önündeki tüm sayfalar ıslanmış, uykuya dalarken düşündüklerinden mi yoksa bir bardak yem alamadan yaşlı teyzenin kuşlarıyla baş başa kaldığından mı ağlıyordu, bilinmez. Kendini birden bisikletçinin yanında buluvermişti.