‘Gelinlik ve kefenin neden aynı renk olduğunu yuva kurunca anlıyormuş insan.’
‘Bunca zamandır seni arıyordum…’ diyerek kapıdan hemen içeri girdi. Dağılmış saçlarımdaki bukleleri okşadı. O tanıdık kokusu hemen etrafımı sardı, sahte ve kahpe… ‘Sen neredeydin?’
Cevap vermedi. Gülümserken gözlerinin kenarları kısıldı. İçimde varlığını unuttuğum bir sıcaklık belirdi. Uzanıp yumuşacık elleriyle yanaklarımı okşadı. Kaç yaşıma gelmiştim ama o yüzümü tutarken kendimi kalabalıkta annesini bulmuş bir çocuk gibi hissettim.
‘Ben hep burdayım. Yanında.’ Ne kadar güzel konuşuyordu. Ona inandım. Gözümden bir damla düşerken okşadığı saçlarım birer gül yaprağı gibi rüzgara karıştı.
Bir anda kendimi tekrardan Karaboğaz’ın manzarasına bakarken buldum. Çeltik tarlalarının etrafındaki evimizden, mısır püskülü misali sevgimizden, Karaboğaz’ın kenarında yaşanan hikâyemizden, ne bir gül ne bir kül kalmıştı. Ne vardı? Mevsim kış olmasa da benim içimi buz kesmişti…
Yıllarımı insanların gölgesinde yaşayarak geçirdim otuz sekiz sene. Etrafımda ne kadar insan olursa olsun, ben yalnızdım. Bir anlığına Mustafa’nın beni gerçekten gördüğünü zannettim. Saçmalama dedim kendime. Bir saat önceki güzel konuşmaların çık etkisinden. Kimse beni göremez bu ailenin içinde. Ama ne kadar gözlerimi kırparsam kırpayım, o hala bana bakıyordu…
‘Şşşşş Güllü! Kime diyorummm..?
İlk eşim vefat ettikten birkaç ay sonra Mustafa ile evlenmiştik. Evlendik dediğim imam nikâhıyla işte. Murat, Ayşe ve Musa’yı da kabul etmişti benimle birlikte hayatına. Sonra üç çocuğumuz daha oldu Muhammed, Ali ve en küçükleri Fatma isminde. Dört bir yanı tarım arazisiyle çevrili bir ırmağın kenarında yaşayıp gidiyorduk sevile üzüle. Koyun sürümüz, ineklerimiz, tavuklarımız, bağımız bahçemiz de vardı az bir yer kaplayan. Çok şükür Allah rızık veriyordu. Asıl sıkıntı geçim darlığı değildi, gönül dargınlığıydı maalesef.
Çocuklarım ne zaman aklıma gelse hayattan sıyrılıyorum. Ancak onlar da zamanla babalarının huyunu alır diye korkmuyor değilim. Çünkü Mustafa zamanla çocukların aralarına özlük-üveylik ayrımını katıyordu itinayla. Ses çıkaramıyordum.
‘Yeter ya bir huzur bulamaz mı insan evinde? Siz aile misiniz be! İnsan kocasına şöyle… Bu kızın da bir işe yaramaz sana çekmiş suratsız! Oğlanlar da aman bir babamıza yardım edelim işe girip der aman..! Sanki okuyup adam olacaklar! Hepsi benim gibi çoban olacak, sen kadar köle! Senin yüzünden hepsi Güllü! Adamı dinden imandan çıkartırsınız sen ve çocukların! Bıktımmmm!’
‘…’
İçimden yalvarıyordum ‘Allah’ım çaresizliğime çare olacak duâlar düşür dilime’ diyerek. Her sabah, her akşam, her uyanışımda, her yanışımda… Evden ve bizden uzak kalalı neredeyse bir yıl olacaktı. Neredeyse bir yıldır sürüyü otlatmak için gittiği yaylanın da havası suyu değmemiş, değiştirmemiş benim herifi.
‘Güllü!’
‘Ne, ne, ne? Mustafa he!’
Koyunlara, kuzulara, ineklere, tavuklara, köpeklere, bahçeye, evdekilere, eşime yetişemiyordum ki… Ses çıkaramıyordum. Oğlanlar okula gidip de Ayşe’min okula gidememesine üzülüyor bir şey yapamıyordum şimdi de. Mustafa yayladan geldiğinden beri Ayşe’de bu evde benim gibi ezilmeye ve üzülmeye başlıyordu. Kendimden çok ona yanarım ve yok yararım bir anne olarak.
Faturalar ödenince, çocukların ihtiyaçlarını karşılayınca, iş ve ev sorumluluklarını yerine getirince mutlu bir evliliğe sahip olunmuyordu ki. Herkesin kendini huzurlu, mutlu ve güvende hissettiği an etrafı mutlu yüzler basıyordu bir çatının altında. Gelinlik ve kefenin neden aynı renk olduğunu yuva kurunca anlıyormuş insan. Bir de anne olunca…
Kalk gel diyemediğim, kalkıp giremediğim, beklemek üzerine kurulu dünyamızda yaşıyoruz. Beklersek gelecek gibi, geçecek gibi geliyor. Beklemenin başını bekliyoruz farkında olmadan. Sorsan herkesten sabırsız ama hepimiz sabırla bekliyoruz. Ben ve çocuklarım, Mustafa’nın iyi bir insan olacağı günü bekliyoruz. Sadece sabır ve zaman…
☆☆☆
‘Bu benim imtihanım ve ben bunu kaldıramıyorum artık! ‘
Bilmem ki ‘Kaç inşirah kurtarır ziyanda kalan halimi?’ Bazen yol üzerinde uğramadığınız felaket kalmaz. Her yolun sonu düze çıkmaz ve geriye sadece üstünüzden öyle kolayca atamayacağınız yol yorgunluğu kalır ya hani…
-Kabul edilmiş bir mağlubiyetin iç burkan sessizliği- Velhasıl “Gönül ister ki’lerin” yorgunuyuz Mustafa ile yürüdüğümüz yolda…
Yaratılış gayesi olmasa her sabahına gözlerimi açmaya değmezsin dünya. Sabahın ilk ışıkları kainatı aydınlatırken yalnız benim içime doğaya inat gece dökülmüyordu sanırım. Çocukları teker teker uyandırdım ve kahvaltıya çağırdım. Mustafa ne zaman uyanmış da evden çıkmış? Fatma’ya ‘Hadi kuzucum babana bir bak seslen hele. Tahminimce koyunların yanında olabilir.’ inatçı yerden bitme dilini çıkarıp kaçarak evden çıktı. ‘Ya bu kız niye benim istediğimi yapmıyor?’ diyen hırçın Ali’yi de işaret parmağımı yüzünün hizasında kaldırıp ‘Bana bak bana! Önce sen anne ile babanın isteğini yap. Hadi bakayım bak ekmekçi gelmiş kornaya basıyor duymuyor musun? Koş beş ekmek al hadi!’ dedim.
Kahvaltısını bitiren servisine binip okuluna gitti. Evde Fatma ve Mustafa kalmıştık. Mustafa kahvaltıya gelmemişti ve benim de kursağımdan lokma geçmemişti. Pencereye yanaşıp perdeyi araladım Fatma kuzucum eteğimi çekiştirirken. Mustafa, Karaboğaz’ın kenarında Ahmet Abiyle konuşuyordu. Bende tv’yi açıp bir çizgi film açarak Fatma’nın gönlünü yaptım. ‘Kuzucum, ben babanın yanına gidiyorum sonra ahıra gidip kara kızdan süt alacağım. Veee akşama sütlaç yaparım da yeriz.’ dediğimde kolları bedenimi tam saramayan Fatma’nın başını bağrıma öyle bir bastım ki! Ayrılıyormuşcasına kavuşmak için…
‘Bu benim imtihanım ve ben bunu kaldıramıyorum artık‘ diyeceğim anda çektiğim her derin ah içimden bir parça koparıp götürüyor. Nereye götürecek? Kalbimin meylettiği yere, bedenimin olduğu yere değil. Keşke…
Mustafa yalnız başına ırmağın kenarına oturmuş sigarasını tüttürerken, içini kemiren, onu tedirgin eden bir şey olduğunu seziyordum yanına yaklaştıkça. Gündelik hayatın dertleri mi onu korkutan? Hayır. Onu korkutan içindeki boşluk. O boşluğu neyle dolduracağını bilememenin korkusu boğuyor…
‘Ne var Güllü ne bakıyorsun?’ diyerek elindeki izmariti bana doğru attı. ‘Hiç’ dedim bu karşımdaki hiçliğe. ‘Neden bana yaklaşmıyorsun? Yoksa dünkü dayaktan sonra korkuyor musun kocandan? Sevmiyor musun sen beni?’
Mustafa’dan korktukça ondan nefret ediyorum ama boyunca da düşünüp duruyorum onu. Kendi kendimi aldatıyorum; ‘Aslında kötü değildir.’ diyerek. Ama onu görünce tıpkı nefes darlığına tutulmuş gibi oluyorum, soluk alamıyorum.
☆☆☆
‘İstiyorum ki, gözünde de gönlünde de gördüğün bir ben olayım.’
Yedi kat eller Mustafa’nın yakını oldu, ben yanından geçemedim. Beni karısı olarak kabul etmeyip bir köleymişim gibi gördü anca. Evde herkese terör eserek sövüp dövüyor; sonra tükürük saçan alkol kokulu ağzıyla iltifatlar edip bana dokunmak isteyen bir ruhsuzun sevgisini hissetmemi bekliyordu. Küçük büyük herkese karşı ayrımcılığı ve zorbalığına ‘Allah seni ıslah etsin!’ diyerek susuyordum.
Sustuğum sözcükler kadar onu sevdiğimi bilse, şu kahrolası gururunu bırakır mıydı acaba? Gülünce gamzelerime çiçekler açtıran gözlerimdeki hayatı benden esirgediği günden beri ömrünün gülü değil sevdasının külü oluyorum oysaki…
Ucundan bucağından herkes biliyor. Mustafa’nın kendini ve beni aldattığını herkesle birlikte bilenlerdenim. “Ben ne zaman Gül’üyüm?” dedim üstüme üstüme yaklaşan buz kütlesi vücuda. ‘Sen neyden bahsediyorsun Güllü? Ne istiyorsun açık konuş.’
Belki de bir kadın, birinin kendini anlamasına rağbet ettiği kadar aşka rağbet göstermemiştir. İstiyordum ki, gözünde de gönlünde de gördüğün bir ben olayım. Yine şiddet gösterecek, pisleşecek, düşünmeden incitecek ve hazlarının peşine düşecek olması üzüntü girdabında boğulmak için yeter de artar bile.
Kim kocamı bana ve çocuklarıma karşı kışkırtıyor bilmiyorum. Gördüğüm muamelelere okuma yazmam ya da elimde mesleğim yok diye değil, her türlü badirenin ortasında dimdik kalabilmek ve ailem dışındaki olumsuz odaklara ‘Ben daha ölmedim.’ mesajını verebilmek için katlanıyordum. Güçlü olmaya çalışmaktan ve ailemi bir arada tutmaya çabalamaktan incinmiştim ve en sevdiğim tarafından incitilmiştim üstelik. Ah Mustafa ah!
İncinenlere ‘İnşirah’ bahşediliyor da, incitenlerin vay haline…