Aşk, varlık enerjisidir. Sanırım şu şekilde izah edebiliriz: Tanrı’nın kendisine duyduğu muhabbetin nesnelere yansımış enerjisidir aşk. Evrende gördüğümüz her şey güzelliğiyle, çirkinliğiyle, uzunluğuyla, kısalığıyla Tanrı’nın birer parçasıdır. Yani Tanrı’nın sıfatlarının yansımasıdır. Divan Edebiyatında adını sıkça duyduğumuz tasavvuf ise, bizi her yanımızdan kuşatan enerjinin farkında olma eğilimidir. Bu enerjinin farkında olduğumuz zaman gözümüzdeki o perde iner ve perdenin arkasını çok net bir şekilde görmeye başlarız. Tıpkı dervişler gibi. Dervişler ihtiyaçlarından fazlasını asla istemezler, asla evlenmezler ve asla bir yere ait olmazlar. Onlar bu perdenin altındaki gerçekliği görebildikleri için bu dünyadaki hiçbir şeye sahip olmadan göçüp giderler. Bu konu bana bir hadisi hatırlatıyor. Mutlaka sizde duymuşsunuzdur: “Ölmeden önce ölünüz.” Bu hadisin vücut bulmuş halidir dervişler. Demiştim ya az önce onlar dünyevi şeylerden artık tamamen kopmuşlardır. Onlar yaşayan ölülerdir. Ölmeden önce nefslerini öldürmüşlerdir. Bir nevi arınmadır bu. Dünyanın büyüsünden arınma… Onlar dünyayı bir misafirhane, vücudu ise bir emanet bilirler. Onlar asıl evlerine -Allah’a- kavuşacakları günü beklerler ve bunun ateşiyle yanıp tutuşurlar.
Bizim onlar gibi olmamız imkansız görünüyor değil mi? Oysaki dünyevi şeylerin büyüsüne kapılmasak, her şeyin gelip geçici, sadece yaptığımız iyi şeylerin bizlerle bu hayatta yaşamaya devam edeceğini farkına varsak bir yerden başlamış olmaz mıyız?