Hayatta öyle anlar oluyor ki birtakım şeyler yaşanıyor ve kimse bu büyük oyunun birer kahramanı olduğunun farkında değil. Hayat öyle seyir halinde ki; bir başkalarının, dışarı dünyanın, kapalı ortamların, kısacası düşünen; “doğrultarak bellerini iki ayak üzerinde duran” insanın girip çıktığı her mekânın havası ve evreniyle sürüp gidiyor. Hâlbuki kendi gerçeğinden ne kadar uzak. Yalnızlığı-mı işlek caddelerdeki cılız fidanlar gördü, paslı çinkolar şahitlik etti, tozlu okul yolları işitti. Mekânlarda, uzamlarda, oralarda, ötelerde uzaklarda değil, göğüs kafesimin sarmaladığı kalp kadar yakın gördüm yanımdan geçenleri. Bunca zahmet, emek? İnsan hakikate yaklaştık derken olanlar oluyordu. Çok sevdiğini zannetmişken ellerine avuçlarına sığdıramayacak olanı, sevgi dediğiyle yine o elleri avuçlarıyla katleden oldu aslında. “Kirpiklerin gözleri kucaklaması gibi kucaklamak ister” iken ihtirasın kirli oyununa kanıp, sıkı sıkıya sarılıp istemeden yaralar hale geldi. Gülünü derer iken dalını kıranlar bizden hep uzak öte duranlar oldu.
O hale düşenler var ya, onlar öyle bir bakarlar ki gözlere dost sanırsın, titreyen göz bebeklere aldanırsın. Arkanı dönüp giderken soğuk hançerlerine maruz kalırsın. Biz insanlar; yeryüzünün heyula Azrailleri… Sonlandırırız süreğen her şeyi. Maddi bir yok etme eylemi değil bu. Yaşarken öldürürüz yanımızdan geçenleri, kimselere bulaşmayan ağaçları, hayvanları… Bu ağır kütleyi, yani dünyayı… Öyle bir hal almışızdır ki, en büyük hatasıyız bu büyük kullanım hakkının. Fani bir meseleye örnek verecek olursak eğer; en güvendiğin, sadakat ile bağlı olduğun, emek zahmet çektiğin bir insan birden bire çıkıveriyor ve inanılmaz tepkiler veriyor. Her ne olursan ol, biz insanlar: o kadar benciliz ki… Sevginin değil, nesnesinin ihtiras haline geldiğini, yüzüne gülümsediğin insanların arkanı döndükten sonra buz gibi sözleri ve kötü kelamlarını ensende hissediyorsun. Tüm bunları hepimiz biliyoruz değil mi? Herkesin bildiği, kimselerin kimselere bir şey söyleyemediği bu dünyada, dilimizi ısırıp yutarak sessizliğe sökün ediyoruz. Ve bu yüzden görünmez insan rolleri üstlenen, yol tariflerinde en cevval olandan farksız bir ustalık konuştururlar bizlere. Görmemenin, duymamanın, bilmemelerin ustalığıdır insan. Ah.. Öyle bir acı çeker ki, öyle bir sabır arzu eder ki, inandığı tüm değerler için diler bunu.Ekmek almaya gitmek kadar gündelik bir görevi bile sinsi egosunun hâkimiyeti nedeniyle yerine getirmez kimi zaman. Büyük laflar eder, sözde büyük sorumluluklara girişiverir. Hep o konuşmak ister, en akil olmak ister. İnsan bu, ister. İnsan bir de hep sevmek ister fakat hakikatten gönlünü verdiğini sanan ve her defasında yanılan ve hataya sürükleten tek varlık özelliğini taşıyandır. Bütün ünlem cümlelerinin, etrafımızdan geçen insanların ağzında tekrar ettiğini ve onları korkarım ki (çok büyük tepkiler halinde ölü bir zımparaya çevirircesine) kullanmaya bir daha cesaret edemeyecek olmam beni korkutur. Bakarsan omuz omuza yürüyoruz fakat tanımıyoruz birbirimizi. Oysa ben hep sevdim, hep kendimden saydım yanımdan geçenleri. “Nasılsın iyi misin?” gibi pelesenk bir soruyu manasız, kendilerinden habersiz, çaresiz yorgunluklarıyla kimi zaman duymazdan gelmek… İyi nasıl olunur bilmeden, bilemeden. Bizler; hala oradan oraya koşturan, doymak bilmeyen, çözümlenmeyi bekleyen, çözünmüş insanlar: daha ne kadar uzaklaşacağız birbirimizden?
“Bir değil, bin bir fırsat geçse de elime,
Seni tenkit etmek düşmez dilime.”