Çok aşk harcadım ben,
İlk aramanın heyecanı ile sesimin annesinden ayrılmak istemeyen bir çocuğun, annesinin eteklerine tutunması gibi ses tellerime sımsıkı tutunduğu, ilk görüşmede kendimi hiçbir kelimesini anlamadığı bir dilin konuşulduğu coğrafyaya ışınlanmış gibi hissedip, tek kelime konuşamayıp, tek kelime anlamadığım, bir tebessümü ile Tanrı’nın kendisine güldüğünü görüp sevinen bir evliya gibi kalbimi ısıttığım, beğendiğini söylediği her şeyi Tanrı’dan vahiy alan bir peygamber gibi ezberleyip herkese anlatıp yapmak için can attığım aşkları harcadım.
Bana en yakın olan kadınları milyonlarca ışık yılı ötedeki yıldızlar benzettim hep. O yıldızlara baktığımızda gördüğümüz görüntü onların seneler önceki görüntüsüydü. En yakınımda olan kadınları anladığımda da tıpkı o yıldızlar gibi onların günler-aylar önceki görüntüleriydi benim anladığım. Oysa o kadınlar anlaşılmak isterdi ve ben bunu çok küçük yaşlarda öğrenmiştim.
Fakat o küçük yaşlarda öğrendiğim bu gerçekle ilgili anlam veremediğim şeyler de vardı; kendilerini anlayamayan kadınlar karşılaştıkları ve sevdikleri erkeklerden niye anlaşılmayı beklerler ve o erkekleri bu ağır imtihana neden atarlar bilmiyordum. Ama öğrendim ki kadınlar bu zor sorunun cevabını bulabilen erkeklere âşık oluyorlar galiba. Kendilerini anlayamayan kadınlar kendileri anlayabilen erkekler için gardlarını indiriyor ve o erkeklerde hapsoluyorlar.
Kadınlar sarılmayı, sevdikleri kişi tarafından dinlenip, kimi zamanda merak edilmeyi aşk olarak tanımlarken, erkekler cinselliği kutsallaştırıp fiziksel bir aktivitenin kadınlara aşkı sunabileceği yanlışını hayatlarında pek çok kez tecrübe etme hatasına düşüyorlar. Kadınlar için cinselliğin sevgiden çok sonra geldiğini anlayamayan erkekler anlayamadıkları kadınlar tarafından anlaşılmadıklarını düşünüyorlar. Yani ilişkiler tamamen bir anlaşmazlık üzerine kuruluyor ve henüz birbirini anlayamamış iki insan birbirlerini sevdiklerini söyleyerek evrendeki en büyük yalanlardan biri üzerinde ittifak ediyorlar.
Elimize tek bir defa geçmiş olan hayat kuponunun kendimizi anlatmaya çalışarak ve buna rağmen anlaşılmayarak geçiyor oluşu sizce de çok garip değil mi? Seviyoruz, seviliyoruz, anlaştığımızı zannediyoruz ama anlayamıyor ve anlaşılamıyoruz… Ve ergenlik çağında gelen ‘’anlaşılmama’’ düşüncesi tüm duygular olgunlaşırken içimizde bir yerde gençliği koruyor. Kimse kimseyi tam anlamıyla anlamıyor ve bunun için çaba da sarf etmiyor. Kadınlar âşık olacakları erkekte kimsenin başaramadığı anlaşılma duygusunu arıyor.
İnsanlığın birbirine eğiterek çözemeyeceği kadar büyük olan bu sorunda nihayet eller Yaratıcıya kaldırılıyor ve dudaklardan biraz sitem de içeren dualar dökülüyor:
‘’Tanrım cami minarelerinden imamlar bazen ezan okumak yerine ’Allah: Ey kullarım birbirinizi anlayın, buyurdu’ deseydi olmaz mıydı? Kilise çanlarının seslerinin yerine papazlar çıkıp ’Tanrı size birbirinizi anlamayı emretti’ deseydi, Sinagoglarda boru çalmasaydı da hahamlar en güçlü hoparlörlerden çıkıp ’Birbirini anlamayan iman etmiş olamaz’ emrini haykırsaydı olmaz mıydı?
Ben çok aşk harcadım Tanrım ve birbirimizi anlamadığımız için oldu hep bunlar. Bilerek yapmadım, anlayamadım ne yapayım Tanrım? Tüm kapılarda dolaştım. Şu an gidecek bir yer bilmiyorum, ben de kendimi affedemedim ama…
…Sen beni affet, olur mu Tanrım?’’