Erken gelmişsen gelecek olana, geç gelmişsen gitmiş olana, gelememişsen ya da gitmişsen oracıkta kalana mı duyulur özlem? Ya bölüneni bölenin elinden kalan birkaç devirli bir rakamsan kime?..
Ya bölünen ömrün, bölen seni sen yapan içindeki senler, oracıkta kalanınsa zihnin boş odalarında saklambaç oynarken ağlayan bir çocuğun sesiyse…? Devri mi? Boş odada ses duvarlara çarpar ya, ağıt sesi mütemadiyen dalga dalga dağılır ruhuna…
Matematiğim zayıftır benim. Bu işlemin sonunda “ölüm” hayatın neresine denk geliyor? Yaşadıklarımız içimizdeki benleri kaç kalanlı bölüyor? Sonuçta biz kim oluyoruz? Kalıyor muyuz? Nerede…?
Tramvay Durağı bugünlerde kalabalık. Ortamdaki atmosfer; sanki ne idüğü belirsiz, bir anda ortaya çıkan öldürücü bir canavar, sokaklarda hırlaya hırlaya dolaşmayı bırakmış ve geldiği yere geri dönmüş gibi. Yolcular; bir kâbustan kan ter içinde uyanıp güçlükle kaldırabildiği eliyle, alnını ve boğazını silmiş, nefes alışverişini ve yarım yamalak hatırladıklarını düzene bindirmiş, sakinleşip kendine gelmiş birer maaşlı çalışan gibiler. Kaygıları “hayatta kalmak” mıdır “güzel ölmek” midir “kalanlar” mıdır… Bilmiyorum.
Ben; “Kaybetmiş” gibiyim. Öyle hissediyorum. Bildiğim yollarda göz göre göre kaybolmaktayım. Kulaklarımın duydukları bilinçaltımın hangi derininde saklanıyor acaba? Hep söylenir ya; faz aşamalarını tamamlamış, raporlarını almış, alanında uzman hekimlerin her detayı göz önünde bulundurup araştıra deneye beyin fırtınası yaparak yıllarca üzerinde çalıştığı, yan etkileri neredeyse sıfıra indirilmiş bir “ilaç reçetesi” varmış da elimde, ben, o reçeteyi özenle çerçeveleyip göz kapağımın arkasına asmış gibiyim. Kapanmak istemiyor gibi gözlerim. Gözlerim açık gideceğim sanıyorum.
Durak, insan dolu.
Yaşamayı istiyorum yağmurların acısını çıkarırcasına bir taraftan, diğer taraftan; ölmüşüm gibi kaygısız, beklentisiz, hep bir hüzünlü, suskun ve durgun deniz hâllerimi özlüyorum. Geride kalanlarım bunlar mıydı? Ne saf bir his yolu!
Bekleyenlerim, dünyanın bütün çocuklarıydı doğru ya. Hayal miydi bu? Hayır, o kadar da uzak değil aksine çok yakınım gerçekleşmesine özlediğim benin istediğim benle kavuşmasına. Beni korkutan da bu ya işte… Şimdi hangi benim, yaklaşmakta olan vuslat vuku bulduğunda hangi ben olacağım…? O zamana varmadan ansızın kovulursam kendimden, çekip giden ben, nasıl olacağım? İyi olur muyum? İyi olmasam da sorun olmaz sanıyorum. Çünkü o zaman sadece kendi yaralarımı umursamayı, bırakmış olurum muhtemelen. Sadece başkalarının yaralarını sarıp kendi yaralarımı kanatıp durmayı bıraktığım zamanlarda nasıl idiysem, o ben olduğumda da öyle olurum herhalde? Ya da bir tık daha huzurlu… Bir dengesi var mı bunun?
Gelişim, değişim, dönüşüm, buluş, oluş… Hep böyle belirsizlikler finalinde sürekliliğine hâlâ devam eden bir bekleyiş sancısı mı çektirir insana bunlar? Günün doğuşunun bir zamanı var mıdır? Mağaradan çıkış ne vakittir? Gözlerimdeki bu yanış diner mi? Bu alevi uyandırırcasına yağışı sorgularımın zihnime, söner mi?
Floresan lambaların aydınlığında siner mi içime şu yazdıklarım okuyunca, bilmiyorum. Sizler dinledikten sonra söndürün tüm ışıtan şeyleri. Bekleyin. İçinizde. Yanacak elbet gün ışığı. Yanacak kirpiklerinizin altındaki akı kızartarak…
Tramvay Durağında ne sosyal ne psikolojik ne felsefik hiçbir mesafe yok bugün. Herkes kendi kıymet verdiklerinin “yanında olmak” derdinde (Ya da hemhal olmak…). Herkes, şu meçhul tramvayı öyle özlemle bekliyor ki, demir rayları eritecek gibi bakışları…
Kafama bir soru takılıyor…
Bu insanlar, şu tramvayı, daha önce hiç gördü mü?