Gelecekte, görünürde birbiriyle çelişen bu iki halin, rüya ile gerçekliğin, mutlak bir gerçeklik içinde, tabir-i caizse sürrealite içinde çözüleceğine inanıyorum.
-Breton
İlk olarak resimde ve edebiyatta başlayan gerçeküstücülük, uygarlık ve ilerleme için uygulanan rasyonel pratiklerin, bireyin gerçeklik anlayışını sınırlandırdığını ve bireyin kendisine yabancılaşması sonucunu doğurduğunu öne süren bir sanat akımıdır. Bu iddialar, I. Dünya Savaşı ile birlikte meydana gelen toplumsal yaşamdaki hezeyanlara; Edmurd Husserl’ın deyişiyle “Avrupa insanlığının krizi”ne karşı, bir sanat akımı etrafında toplanmış insanların tepkilerini dile getirmektedir.
Gerçeküstücü akımın oluşmasını, modernizmin ve rasyonel bakış açısının, insanlara, özellikle savaşlar ve sömürgecilik gibi oluşumlar nedeniyle, vaat edilen yaşam biçimini sunamamış olması etkiler. Aydınlanma düşüncesinin odağında bulunan aklın; gözlem ve deney yardımıyla doğanın ve toplumun anlaşılmasını, açıklanmasını ve dönüştürülmesini sağlayacağına inanılır; akılcılık iddiası, bilimsel ve teknik etkinliklerle birlikte, insanların kişisel yaşamının temel örgütlenme biçimi olarak ortaya konur. Nadeau’nun ifadesiyle, bu 1980’lerde gelişen düşsel anlatılarda, bir oyuncu düşlemi yaratıldığını belirtir. Bunun nedeni, bu dönemdeki düşsel anlatılarda, kadın kahramanın gözüyle kadınların iç dünyasına, günlük yaşamına ve bunalımlarına odaklanılmasıdır.
Aydınlanma felsefesinde, insanın doğa ile ilgili bilgilerini geliştirerek, doğaya egemen olacağına, insana dair sorunları çözeceğine inanılır. Oysa bilgi çağı olarak adlandırılan 20. yüzyılda, bilimsel-teknolojik dönüşümler yaşanırken bile açlık, yoksulluk, savaş ve baskı sorunları aşılmamıştır. Bu kapsamda, I. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlar, sanat akımlarının itirazları ile karşılaşmıştır. Dolayısıyla, savaş sonrası kültürel ve siyasal alanda yaşanan buhran, sanatı da etkilemiştir. Bu dönemde gelişen akımlardan gerçeküstücülük, insanlığın bilimsel ve rasyonel ilkeler içinde ele alınmasına karşı çıkar. Octavia Paz’a göre, gerçeküstücülüğün gerçekliği tartışma konusu yapmasının nedeni, Batı uygarlığınca kurulan yapının bir hapishaneye, kanlı bir labirente, toplu bir mezbahaya dönüşmüş olması ve bunun günden güne daha da açık biçimde görülür olmasıdır. Böyle bir atmosferde doğan avangard sanat hareketlerinden olan dadaizm ve gerçeküstücülük, yıkıcı, sarsıcı ve yaratıcı bir içeriğe sahiptir. Bu akımlardaki nihilist ve kötümser içerik, başka bir dünya yaratmak için, varolan dünyanın yıkılması düşüncesi çerçevesinde gelişmiştir. İnsanların yıkımından umutsuzluğa düşmüş bir ruhsal durumun özelliklerini taşıyan dadaizm, bu anlamda daha olumlu bir hareket olan gerçeküstücülüğün öncüsü olmuştur. Gerçeküstücülükte, modern yaşama duyulan inancın savaşlar nedeniyle sarsılması ile birlikte, sanatta aklın ve mantığın denetimine duyulan inancın yerini, bilinç dışı, düşler, fanteziler, çocuksu imgeler ve çılgınlıklar almıştır. Rimbaud’un “hakiki yaşam bu değil” önermesini benimseyen dönemde insan, doğanın güçlerini hapsetmek için güzel bir kafes yapar; bunu başarır, ancak kendini içeride kilitlediğini fark etmez. Bu kapsamda sürrealistler, öncülleri olan dadaistler gibi, aklın sağladığı sistematik bilimsel düşünce biçimine duyulan inancı reddederler. I. Dünya Savaşı ile birlikte, Batı kültürünün uygarlık misyonu adı altında sahip olduğu inançların yok olması, sürrealistleri, ilham almak için başka kaynaklara yöneltir. Gerçeküstücü akımın manifestolarını yazan Andrѐ Breton şöyle der: “(…) pozitivizmden ilham alan gerçekçi bakış açısı bana açıkça tüm entelektüel veya ahlaki ilerlemelere karşı düşmanmış gibi gelir”. Bu bağlamda, gerçekliğin doğrulanmasına ve deneyciliğe önem veren bilim anlayışı, gerçeküstücüler için, bireysel, toplumsal ve kültürel gerçekliği incelemede yetersiz bulunur. Dadaizmin, geleneksel burjuva sanat görüşlerini yıkmayı amaçlayan bazı ilkelerini benimseyen sürrealistler, rüyalar ve akıl hastalıkları ile ilgili Freudyen kavramları kullanarak gerçekliği, farklı ve kimi zaman rahatsız edici bir şok deneyimiyle aktarmak isterler. 20. yüzyılın başında, özellikle Avrupa’da siyasal yönetimlerin uygulamaları ve savaş yıllarıyla yaşanan köklü değişimler, sanatçıların, yine bu dönemde tıp alanında araştırma konusu olan bilinç dışı kavramına yönelmelerine neden olur. Akımın felsefi temelleri, bu kavrama değinen Sigmund Freud’un görünen gerçekliğin altında yatan bastırmaların, arzuların ve fantezi dünyalarının önemini vurguladığı çalışmalarına dayanır. Aydınlanma düşüncesinden kuşku duyan ve aklın karşısında iradenin ve arzuların gücünü keşfeden Freud, modernlik fikrini kıran düşünürlerden biridir. Freud ile birlikte, birey, salt toplumsal bir varlık olarak görülmez; Touraine’nin belirttiği gibi, “(…) içinde kişisel olmayan güçler ve diller bulunan bir arzu varlığına ama aynı zamanda da bireysel, özel bir varlığa dönüşür”. Böylelikle sanatta, birey ve bireyin iç dünyası önem kazanır; yabancılaşma ve bütünsel gerçekliği kavrayamama gibi sorunların çözümü, bilincin koyduğu engellerin kaldırılmasında aranır. Modernliğin toplumsal yaşamı şekillendiren sonuçları, edebiyatta, resimde ve tiyatroda yeni anlatım dillerinin gelişmesini sağlar. Tarihsel uğrakta bu alanlardan daha sonra ortaya çıkan sinema, 20. yüzyılın ilk yarısında Georges Mѐliѐs’in yolunu açtığı düşlemsel gelenek ve Lumiѐre kardeşlerin başlattığı belgesel-gerçekçi gelenek ile gelişir. Özellikle Avrupa’da, görsel kültürü etkileyen örgütlenmeler ve akımlar, zamanla sinema filmlerinde de görülür. Bunlardan biri olan gerçeküstücü sinema, iki dünya savaşı arasındaki dönemin sosyal, politik, bilimsel ve felsefi gelişmelerinden etkilenerek, 20. yüzyılın başlarında rasyonalizme yönelik sorgulayıcı düşünceler neticesinde ortaya çıkar. Gerçeküstücü sinemada, kimlik sorunları, bilinç, akıl ve bedene ilişkin sorular etkili olur. Bu sinema akımı, bireye ve onun iç dünyasına eğilerek modernitenin ürettiği gerçeklik kavrayışını eleştirir. Frank’in belirttiği gibi, sürrealistlerin hedefleri, sesin gelmesinden bu yana sinemada baskın bir görünüm olan, izleyiciyi olayları temel alan bir hikaye çerçevesinde eğlendirmek değildir. Onlar, herhangi bir ifade biçimine, bilinç dışını tasvir etmek için başvururlar ve izleyiciyi, bilinçdışının araştırılmasına yönelterek dönüştürmek isterler.
Gerçeküstücülükle ilişkili üç manifesto bulunmaktadır. Bu manifestolar, çevresinde Louis Aragon, Paul Eluard, Philippe Soupault ve Max Ernst gibi isimler bulunan Andrѐ Breton tarafından yazılır. İlk olarak 1924 yılında Sürrealist Manifesto yayımlanır. 1930 tarihli ikinci bildirge İkinci Sürrealist Manifesto ve 1942 tarihli üçüncü bildirge Üçüncü Bir Sürrealist Manifesto için Ön Kavramlar ya da Başka Bir Şey başlığını taşımaktadır. Breton, ilk manifestoda hayal gücü ile ilgili olarak şunları yazar: Sevgili hayal gücü, en çok sevdiğim yanın merhametsizliğin. Özgürlük sözcüğü dahi beni hala heyecanlandırmaya yetiyor. Onun insanlığın bildik bağnazlığını sonsuza dek korumaya muktedir olduğunu düşünüyorum.(…) Yalnızca hayal gücü bana olabileceklere dair bir imada bulunuyor ve bu, korkunç öğüdü de bir yere kadar silip atmak için yeterli; ayrıca hata (…) yapma korkusu olmaksızın kendimi ona adamama olanak verilmesi için de yeterli felsefi temelleri Sigmund Freud’un, çalışmalarında yer verdiği rüyalar ve bilinç dışı kavramına dayanan gerçeküstücülük, insan zihnini her türlü ahlaki ya da estetik kaygıdan uzaklaştırmak peşindedir. Freud, bilinçdışı kavramını, “kendileri bilinçli hale gelmeseler bile, zihinsel yaşam üzerinde sıradan fikirler kadar güçlü etkiler yaratan zihinsel süreçlerin ya da fikirlerin olduğunu keşfetmesiyle” geliştirir. Bu noktada psikanaliz, bilinçdışı olanın bilinç alanında açıklanabilir hale getirilmesini amaç edinir. Freud, bilinçdışında olanların, bastırma adı verilen bir yol nedeniyle bilince çıkamadığını ve bastırmaya yol açan ve onu sürdüren gücün de direnç olduğunu belirtir. Freud, bastırma kuramından elde edilen bilinç dışı kavramıyla ilgili olarak şunu söyler: “bastırılmış olan, (…) bilinç dışının prototipidir” Ona göre, bilinç dışında gerçek görüngüler, muğlak biçimde ifade edilir. Freud, insanın ruhsal yaşamının hareketli yapısını düşleri yorumlayarak göstermek istemiştir. Ona göre, insanların düşlerinde yaşadıkları korkular, baskılanmış isteklerinin artan gücüne karşı ben’in bir yadsıma tepkisidir. Freud, serbest çağrışım uygulamaları yaptığı sırada hastalarının rüyalarından bahsettiğini ve bu rüyaların genellikle bilinçdışında gizlenmiş ve şekil değiştirmiş bir biçimde göründüğünü ifade eder. Kendi rüyalarını ve hastalarının rüyalarını çözümlediği çalışması Düşlerin Yorumu’nu yayınlar. Yaşamın kalıntıları, bilinç dışında etkinliklerini sürdürür ve genellikle çocukluk döneminden kalma isteklerle ve arzularla iç içe geçerek maskelenmiş bir rüya içeriği oluşturur. Bir rüyanın görünür içeriği ile onda gizlenen içeriğini anlayabilmek oldukça güçtür. Bu dönüşümü gerçekleştirebilmek için bazı mekanizmalar kullanılır. Bunlar simgeleştirme, yön değiştirme, daraltma ve yansıtmadır. Simgeleştirme, kabul edilmesi güç gelen duygu ve durumlardan korkmayı engelleyerek bireyin duygularını maskeler ve rahatlamasını sağlar. Yön değiştirmede, gizil içeriğe ait ruhsal enerji bir nesneden diğerine aktarılır. Daraltmada, bilinçdışının istekleri ya da korkuları tek bir imgeye bağlanır. Yansıtma mekanizmasında birey, rüyasında, kendi bilinçdışında gizlenmiş istek ve dürtülerinin başka bir kişiden kendisine yöneldiğini görür
Freud, bilinç yerine bilinç dışından hareket etmek gerektiğine inanır. Ona göre psikanaliz, bilinci, ruhsal olguların özünün yer aldığı bir alan olarak konumlandıramaz; onun düşüncesinde bilinç, ruhsal yaşamın sadece bir niteliği olarak görülmelidir. Freud, bu terimi, Touriane’nin belirtiği gibi, “içe atılmış ruhsal içerik anlamında değil, (…) bilincin salt algıladığı gerçeklikle temas durumunda kılıfını oluşturduğu derin ruhsal içerik anlamında kullanır” Bilinç dışını araştıran bir psikanalitik etkinlikte, bireyin içinde gereksinimlerini yaratan içgüdüler ve ruhsal dengesini sağlayabilmesi için tatmin etmeye çalıştığı gerilimleriyle karşılaşılır. Burada, insanın ruhsal yaşamındaki en derin katmanlar, çeşitli mekanizmalar yoluyla ifadesini bulur.
Freud’un rüyaların içeriğini çözümlerken kullandığı mekanizmalarda olduğu gibi, sürrealist sanatsal yaratımın gerçekliği sorgulamasında da çeşitli teknikler kullanılır. Bunlar, şaşırtma imgeleri, insan zihnini onun alışık olmadığı bir yöne çekme, kesin ve sarsılmaz gibi görünen her şeye karşı mücadele isteğidir. Bu noktada mizah, düş, fantezi, yanılsama, raslantı ve çılgınlık gibi tekniklerle bir üst gerçeklik kurulmaya çalışılır. Gerçeküstücü sanatta mizah, toplumsal önyargıları eleştirebilmeyi sağlayan felsefi bir tekniktir. Gerçeküstücüler, Freud’un düş yorumlarından etkilenerek düşleri, insanın bilinçdışı isteklerinin; dile getirilememiş eğilimlerinin bir göstergesi olarak görürler. Breton, rüya görülen anların toplamının insanların uyanıkken yaşadıkları gerçeklik anlarının toplamından hiç de az olmadığını belirtir. Ona göre, düşüncenin bilinçli ritmi yerine uykudaki ritmi değerlidir çünkü gerçeklikten esirgenen şeyler rüyalara bahşedilebilmektedir. Breton, gerçeküstücü manifestoda, yukarıda belirtildiği gibi, düşlerin, yaşamın temel sorunlarını çözmekte kullanılıp kullanılamayacağını sorar: Her geçen gün daha da yükselen bir bilinç derecesinden beklediğim şeyi, rüyadan niye beklemeyeyim? Hayatın temel sorunlarını çözmek için rüyaları da kullanamaz mıyız? Bu sorular, her iki durumda da aynı mıdır? Ve rüyada böyle sorular baştan mı mevcuttur? Rüya diğerlerinden daha mı hafif bir yaptırımdır? Yaşlanıyorum ve beni yaşlandıran, kendimi tâbi kıldığıma inandığım o gerçeklikten çok, belki de rüya, rüya karşısındaki kayıtsızlığımdır.
Breton, böylelikle, düşlerde görülenlerin, insan zihnini farklı boyutlarda açıklamayı sağlayan unsurlar olarak ele alınmasını ister. Gerçeği, bireyin bilinçaltının gizemli alanında arayarak ona farklı boyutlar sağlamayı amaç edinen gerçeküstücülüğü, Selahattin Hilav, dar bir nesnellik ve akıl anlayışından uzaklaşmak, düşlerin ve imgelemin önemini ortaya koyarak insanın varoluşunu bütünsel bir boyutta gerçekleştirmek isteyen bir akım olarak tanımlar. Freud’un espri, düşler ve bilinçdışı ile ilgili çalışmalarını, nesnel gerçekliği yıkmak için özgürleştirici birer araç olarak kullanmasıyla başlayan bu akım, Hilav’a göre, zamanla gizemciliğe yönelmiştir. Gerçeküstücülüğün, gerçeği sorgulamak ve akıl yetisini göreceli bir değerlendirmeye tabi tutmak için kullandığı yöntemler, modernizmin insan aklını nesneleştirmesine karşı çıkmak için kullanılmıştır. Bu kapsamda, akılla açıklanamayacak oluşumlara ilgi de artmıştır. Breton’un şiirsel sezgi olarak adlandırdığı yaklaşım ise, insana kendi hakkında edindiği sınırlı bilgiyi çevresindekileri tanımak ve anlamak için kullanmasını sağlayan yüce bir araçtır.
1930 tarihli İkinci Sürrealist Manifesto’da Breton, “her şey bize, zihinde hayat ve ölümün, gerçek ve hayal edilenin, geçmiş ile geleceğin, söylenebilir olanla söylenemez olanın, yüksek ve alçağın çelişkili olarak algılanamayacağı bir noktanın varolduğunu düşündürüyor” diyen yazar. Bu bağlantı, gerçeküstücülerin yaşamsal deneyim ile ilgili vurgulamaya çalıştıkları farklı gerçeklik boyutlarının anlamlandırılmasını kolaylaştırır. Akıl ve ruh arasında kurulan bağ, gerçeküstü imgenin oluşmasını sağlar. Hopkins’in belirttiği gibi, bu yeni diyalektik birlik, çelişkili koşulların çarpışması yoluyla oluşur. Örneğin, modern insanın teknolojisini hicvetmek için ruh/beden ya da doğa/teknoloji gibi bir ikiliğin dili kullanılır. Gerçeküstücü ressamlar, Freud’un çalışmaları üzerine yaptıkları incelemeler sonucunda ölüm ve yaşam ya da rasyonel ve irrasyonel gibi karşıtlıkları yan yana getirmişlerdir.
Gerçeküstücüler, gerçekliği dönüştürmek için, düşlerin yanı sıra, deliliği de önemli bir kaynak olarak kullanır; akıl hastalarının düşünme biçimlerine, paranoyalara, nesneleri ait oldukları yerden çok daha farklı alanlara yerleştirmeye ilgi duyarlar. Bu ilgilinin oluşmasında özellikle Salvador Dali’nin, Freud’un Düşlerin Yorumu adlı çalışmasından etkilenmesi belirleyici olur.