Deyrulzafaran’da Ömürlük Bir Bekleyiş

“Bahe Amca bu manastırın bir taşı haline gelmiş. Allah etmesin, eğer Bahe Amca ölürse, manastırdan bir taş eksilecek.” Mardin’deki kadim Süryani Manastırı Deyrulzafaran’ın din adamlarından Al Raban Jousef Majon, böyle demişti geçen yıl.

Kadim bir kentin en eski duvarları arasında 70 yıl süren bir bekleyiş, sonu gelmeyen bir hasret, öfke ve geri dönüşü olamayan bir ölüm…

Kocasının ölümünden sonra dört çocuğuyla bir başına kalan Bedia Hanım, henüz 33 yaşındaydı. Mardin’in Süryani cemaatine mensup olan kadın, fakirliğin ve sefaletin getirdiği çaresizlikle Suriye’ye göç etmeye karar verdi.

Kızları Münüre ile Behice’yi ve büyük oğlu İlyas’ı yanına aldı. O zamanlar altı yaşında olan Bahe’yi, Mardin’in en değerli Manastırı olan Deyrulzafaran’a götürüp ruhanilerden Dilobale’ye emanet etti.

Diğer kardeşlerine nazaran Bahe, pasif, zayıf, hastaydı ve zekası akranları gibi değildi. Bedia Hanım, ona bakamayacağını belki göç yolu boyunca dayanamayacağını düşündü. Oğlunu manastırın avlusuna getirip yeni yuvasına bırakırken “Burada kal, döneceğim” dedi ve gitti…

Bahe, seneler boyunca manastıra hizmette bulundu. Temizliğini yaptı, bahçıvanlığını üstlendi, bekçiliğini yaptı, her gelen misafiri kapıda karşıladı. Manastırın bir taşı haline gelmişti artık. Süryaniceyi hiç öğrenemedi, hep Arapça konuştu.

Ömrünün son yıllarına kadar her türlü vazifeyi yerine getirdi, hizmetinden ödün vermedi. Manastıra gelen her ziyaretçiye annesinden bahsedip durdu. Bahe, beklemekten hiçbir zaman vazgeçmedi. O sözünü tuttu ve bekledi, hep bekledi… Ama annesi verdiği sözü unutmuştu, hiçbir zaman gelmedi…

Yıllar Bahe gibi sabırlı değildi; beklemeden geçip gitmişti. Ömürlük bekleyişi bir an olsun bitmemiş, manastırın ona ait olan odasında her gün yeni bir umut yetiştiriyordu. Bahe artık yaşlanmıştı, gençliğinde olduğu gibi şarkı söyleyemiyor, halay çekemiyordu.

Eğlenmeyi severdi, bir de kırmızı çoraplarını. Sadece kırmızı çorap giyerdi. Dolabında onlarca çift kırmızı çorap vardı. “Ne istersin?” diye sorulduğunda hep aynı cevabı verirdi: Kırmızı çorap.

Tıpkı Bahe gibi Mardin’in kıymetlilerinden olan, kendini bildi bileli basmacılık yapan, basmalara dini motifler işleyen 90 yaşındaki Nasra Şimmes, onun masumiyetini şu şekilde dile getirirdi: “Nebi gibidir, günahı yok. Ne hırsızlık bilir, ne küfretmeyi. Sadece annesine küfreder, neden beni bıraktı diye.”

Bahe, günden güne eriyor, elden ayaktan düşüyordu. Hastalık ve yaşlılık onu yenip ölüme mahkûm etmişti. Bahe, 76 yılın sonunda gözlerini bir hastane odasında dünyaya kapamış, bekleyişine son vermişti… Umudun son verdiği ölüm; geri dönüşü olmayan, ani bir veda ile bağını kesmişti bu dünyadan. Deyrulzafaran’dan bir taş eksilmişti…

Manastır onun hem anası, hem babası oldu!

Bahe’nin hayatını, geçen yıl ‘Misafir’ ismiyle belgeselleştiren Haydar Demirtaş, ablalarından birini Suriye’de buldu. Yıllar sonra gördüğü kardeşinin fotoğrafını öpüp koklarken ayrılıklarını şöyle anlattı: “Anneme, Bahe’yi manastıra bırakmanın onun için daha iyi olacağını söylediler. O hem çocuk hem de saf biriydi. Manastır onun hem anası, hem babası oldu…”

NO COMMENTS

LEAVE A REPLY

Bir yorum girin
Adınız

Exit mobile version