Güzel bir gündü. Güneş tepeden öylesine güzel parlıyordu ki günün güzel geçeceğine kendisini inandırıyordu. Oysa tüm güzellik içimizdeydi, içimizde inanmalıydık güzel olan her şeye… Ama ne yazık ki içimden ne bir güzelliğe inanmak geçiyordu, ne de geleceğe olan ümitlerim güzellik vaat ediyordu. Evdeydim, tek kişiydim. Beni anlamayan kalabalıklardan sıyrılmış, hangi kitabı okusam, derdine düşmüştüm. Sahi kitaplar da şikâyetçi miydi acaba benden? Neden bu kadar ümitsiz bir elde ve beyinde yer alıyoruz diye? Neyse, elimi uzatıp kapağına göz gezdirdikten sonra okuyacağım kitabı seçmiştim. Böyleydim ben, insanlarla konuşmaktan daha cazip geliyordu kitap okumak… Gezmek bile yoruyordu beni bu yaşımda. Nerde sessizlik ve sakinlik görsem sanki ben hep oraya aittim. Saatlerce bir şeyler düşünmeden, sessizce orada oturabilirdim. Kitabımı elime alınca da hemen sessiz bir köşe bulup oraya iliştim. Kapağını açar açmaz içinden bir kâğıt parçası yere düştü. Eğildim, büyük bir umursamazlıkla aldım düştüğü yerden. Sonra bunun bir kâğıt parçası değil de bir peçete olduğunu anladım. Kendi kendime düşündüm, bir kitap arasına peçete koymak hiç âdetim değildi. Kitabı masaya bırakarak peçeteyi açmaya başladım. İçerisinde mavi mürekkeple yazılmış bir not vardı; “Çok bekletme e mi?” Peçetenin ne zamana ait olduğunu hatırlayamasam da notu yazan kişinin kim olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Aşkı ilk kez tattığım, okul yıllarımın gözbebeği olan eski erkek arkadaşım… Peçeteyi oraya koyduğumu bile unutmuşum, ama görünce içim cız etti. Oysa bekleten ben değildim, oydu. Önce saatlerce bekledim, sonra aylarca, sonra senelerce. Çok seviyorken beklemek… Çok seviyorken vazgeçmek… Çok seviyorken onsuzluğa bir ömür boyu alışmak… Beynimden saniyede kaç düşünce geçiyor, sayması bile güç. Tek bildiğim şuan buradayım ve bir ömür boyu da burada onsuz bir şekilde yer alacağım. Peçeteyi alıp katladım ve cüzdanıma yerleştirdim, kitabı bıraktım. Yoksa sevmek bazen gerçekten de vazgeçmekle mi mümkün oluyordu, diye düşünmeye başladım. Vazgeçmek ama bir ömür onu da beklemek, görülmüş en büyük tezatlıktı sanırım. Konuşmasak da ikimizde yara olan tarafı çok iyi biliyoruz. İmkânsız olduğu halde beklemenin ve sevmenin tanımını yapıyoruz kaç yıldır… Hayatımıza nasıl yön verirsek verelim kapanmayacak olan bir eksikliğin ağıtını tutuyoruz kaç asırdır… Bir peçete gibi katladığımız hayatımızda bir peçetenin kapatamayacağı sessiz hikâyeyi büyütüyoruz kaç yıldır. Özlemenin bir üst seviyeye atladığı ama asla görüşemeyecek olmanın uykusunu uyuyoruz kaç yıldır. Öyleyse haydi uyuyalım; yanımızda değil de gönlümüzde olanlar için…