Gürses Anısına…

Anlatamadım, Anlatamadılar…

Arabesk… Yalnızlığa, kötü sonlara mahkûm edilen âşıkların, derde deva bulamayanların, çaresizliklerin karşısında anlatamayanların, çalkantılı duygu dünyalarının tablosuydu kimi zaman. İnsan doğası gereği girift bir varlık. Birçok duyguyu bünyesinde barındırmasıyla da patlamaya hazır bir bombayı, kaynayan bir kazanı andırabiliyor. Öyle ki toplumun tabakalarında aynı kodlar üzere varoluşunu sürdüren insan sayısı birbirini tamamlayacak düzeyde. Acılar, umutlar, hüzünler, hatalar, isyanlar… Baktığımızda bu durum fakir göçmen işçilerinin al kanlarının içildiği, günübirlik karın tokluğuna çalışıp, dolayısıyla otobüslere yarasa gibi asılan; aynı zamanda gururlu, babalarının gadrine uğramış sarı iskelet delikanlıları, gün geçtikçe bozulan, artıp eksilmeyen şehirleri tanımlar. Bu şehirler ki dinleyenlerin kadehlerine kaldıysa son rakıyı doldurdukları; kaderlerine ve bahtlarına lanet okudukları, isyan ettikleri, paketlerde kalan son sigaralardı. Kimi zaman da Adana’da Meydan Mahallesi’nden Büyüksaat durağına doğru ilerleyen son Meydan dolmuşuydu. Bana göre arabesk; anlatamamanın flamasıydı.

Adana’da şehrin tam göbeğinde bulunan Hürriyet mahallesinde doğup büyüdüm. Her sabah okula giderken solgun yüzlü işçilerin beklediği Bakımyurdu durağının önünden geçer; yıllar, dertler yorgunu anaların evlerinin önünü süpürmeye çıkmasıyla güne başlardım. Okul yolumuz uzundu ve dolmuşla gidip gelirken, güzergâh hep birileri tarafından öteki görülmüş mahalleleri dolaşır, yolcusunu alır, Şakirpaşa Metal Sanayi’ye doğru ilerlerdi. Dolmuşun içerisindeki her aksesuar aslında arabeskti. Camlardaki yazılar, boncuktan kuşlar, arabesk yıldızlarının posterleri ve tüm bu hali anlatan anatomi senfonisinin maestrosu radyoydu elbette. Lise dördüncü sınıftaydım o zamanlar. Bir gün okula giderken kasetçalardan arabesk, fantezi, sanat müziği parçaları çalmaktaydı. “Anlatamadım” adlı şarkıyı ilk kez orda dinledim. Şarkının güftesini kafamda döndürürken biraz kendi yaşantımıza dönüp bakmıştım. Ağırlığı altında eziliyor, atmosferden uzaklaşmaya çalışıyordum. Bir şeyleri anlatacak kadar dertli olduğumu sanmıyordum. Etrafımdaki insanları, annemi, babamı, hayatta verilen mücadeleyi düşünürken aslında her bireyin bütün bu zorluklar karşısında yalnızlıklarını anlamaya çalışıyordum belki. Her doğacak olan güneşle silineceğine inanılan dertler bir türlü bitmek bilmiyor, her seferinde bir yenisi ekleniyordu insanlar için. Tuhaf… Bir insan her an her saniye mutsuz, umutsuz, çaresizliklerle dolu olabilir mi? Yaşadığımız her şeyle, yaptığımız her işle biraz dertliyiz aslında. Ve herkesin sıkıntısı, gündelik hayattaki problemleri kendi küçük dünyalarına yetecek kadar olduğunu düşünürüz. Evet, benziyoruz birbirimize. Kıyafet-giyim tarzıyla, toplu taşıma araçlarını kullanma davranışıyla, evlerinin anatomisi (bitişik, komşu evlerin prototipliği), kısacası bir ikon aracılığıyla gün yüzüne çıkıyoruz. Ve kendini belirginleştirmesiyle karmaşık olan, bir zamanların küfrü olarak tanımlanan “Arabesk” i görmek mümkün.

“Anlatamadım”, büyük bir çoğunluğun sesiydi. Tüm bu sonuçları yaşayan, sorunlarına teselli arayan insanlar aradığını bulmuştu. Albümün çıkmasıyla birlikte Müslüm Gürses’in popülaritesi biraz daha artmıştı. Popüler kültür içerisindeki simgelerin verilmiş unvanları vardı; Kral, İmparator, Sultan, Prenses gibi.  Albümün çıkış yapmasıyla Müslüm Gürses, aile planlamasında baba rolünü dinleyenleri tarafından “almıştı”. Müslüm Gürses’i “Baba” gibi görüp aile planlamasından, çekirdek ailedeki Baba statüsüne eriştirenler, Müslüm Gürses’e birçok farklı özellik yüklemişlerdi. Bu karakteristik özellikler kendilerine göre ideal birey olma haliydi belki. Onlar için bazen delikanlı, kimi zaman kaba biri, ağyar ve eril bir görüntü sergilemektedir. Onlar için Gürses, şarkılarındaki metin muhtevası bakımından birçok niteliği barındırmaktadır. Düne ve bugüne ağıt yakan, dolayısıyla acının, ıstırabın hiçbir zaman dinmeyeceğine inananlardı onlar. Evet evet. Bu gayet normal. Aristo, trajediyi paratoner gibi görüp, insanın kötü enerjisini aldığına, içinde biriktirdiği her türlü kin ve nefretin dışarıya bırakılıp arzu edilen huzura kavuşulduğuna inandığını söylüyor bizlere…
 “O zaman hep beraber ağlayıp sızlanalım ve bir katarsis yaşayalım” diyerek devam eden, “burada biterken başlar gariplerin çilesi” ile varacağı yere varan söz dizemleri, yenilip yutularak anlatamamanın sonucu olarak yapılan eylemlerle ortaya çıkmaktadır. Kasetin bir yüzünü defalarca dinleyen, konserlerde kendinden geçen, bayılan, jilet çeken insanların bir anlamda bireysel-sosyal rahatlamasını yaşadığı bu durum, anlatamayarak, deşarj olmaya itmektedir. Müslüm Gürses’in şarkılarında genellikle karşısına aldığı yetke düzen, çoğunlukla felek kavramı ve feleğin çarkına takılmış sevgili, gurbet, hasret çekenlerin imdat sirenine karşılık vermeyenlere olmuştur. Felekle mücadele oldukça mahzun, mazlumca bir protesto biçimi olmuştur… Felek neredeyse çöllere sürülmüş, susuz kalmış Sabuha’yı andırabilir. Bütün olup bitenlerin sorumlusu bir kuş olarak betimlenebilir belki de. Bu hayali kuş, var olan bütün tinsel kavramların üzerinde ama bir o kadar da linç edilesi türden. Böyle olunca, yeryüzünde kendini tanımlayamayan, boşlukta gören ezilmiş delikanlıların, umut dünyası çocukların intikamı “Anlatamadım” olmuştur…Ve bu kaçış rampası olan, azıyla yetinen, bununla teselli bulan insanlar Müslüm Gürses’in ölümünden sonra kalbindeki tüm sırları, kederleri bu şarkıları dinlediğinde bulmakta; yine de bu kahrolası, yerin dibine batası “insan” olmanın vermiş olduğu o tatlı utanç ile yaşamaktadırlar…

NO COMMENTS

LEAVE A REPLY

Bir yorum girin
Adınız

Exit mobile version