Merhaba vefalı yalnızlığımın sahibi, merhaba bilinmezim…
Tarih atmadan başlıyorum, zaten zaman demir almadan ilerliyor içimde, hem biliyorsun sana yazınca vakitsiz uçuyor umudum, gökteki rengarenk uçurtmalar gibi.
Nasılsın? Nasılsın demekle nasıl olunur iyi, bilmem ki ne demeli yine de uğraşmalı sanki. Hayli uzun zamandır içimden geçmeyenler ücretini ödüyorum kendime, aklına ne gelirse artık, bilirsin söylemem, susarım anlarsın. Sende de vakit geçmezse eğer göğe bak belki bir kuş konar yalnızlığının penceresine. Anlatırsın ona pek inandırıcı olmayan hikayelerini, sıralı sırasız bir sır da verirsin belki.
Her şey gibi bu ara havalar da kararsız buralarda, belli belirsiz bir sıcak, bir soğuk. Üşütmemek için zor tutuyor insan kendini, hani katlanılması kolay değil bunca üşütüğün içinde. Yüzünde yarım çarpık bir gülümseme oldu tabi şimdi : ) Ama “sen yine de naifliğinden ödün verme” dedin bana değil mi? Bak bu hayatı fazla ciddiye alıyorsun, herkes rastgele mevsimini açmış ömrüne. Bahtına ne düşerse ses etmiyor, peki ya rast gelmezse? “İnsana rast gelesin” çok manidar… Ama öyle, nefes almakla insan olmak arasındaki ince çizgiyi idrak etmiş olması önemli zira gerçekten insan olmak başka acılar getirir ruhuna. Hissettirir, düşündürür en can alıcı nokta ise ağlatır. Göz yaşları gözden dökülür ama hakiki olanı kalpten gelir. Yüreği merhametle ıslanmamış kimsenin göz yaşları kalpten gelmez, sığ kalır tesirsizdir duygu barındırmaz. Timsah göz yaşları dediğini duyar gibiyim. Evet, acımasız timsahlar da ağlar ama kimse inanmaz masumiyetlerine. Bir zaman gelir de yalnızlığına bakıp sessiz sessiz ağlarsan sevin çünkü kalbin olduğunu hissedeceksin. Göğüs kafesinin içinde atanın bir et parçası olmadığını göreceksin, inan bana. Ben sana inanıyorum çünkü sen en nadide insansın içimde, insanlığımı unutturmayan yanımsın…
Biraz konuyu değiştirmek gerek, hem biz seninle ne yapar, eder hüznün eşiğinden atlar, yaşamın yüzüne güleriz.
“Yüküm ağır, yolum uzun meçhullerde kaybolurum” diyordu bir ezgi. Bir başka şarkı da “ister inan ister inanma yalnızlığın çaresini bulmuşlar” diyordu. Şimdi söyle bu yalnızlığın çaresini bulanların yükü ağır değil mi? Nasıl taşıyorlar ve kaybolmadan buluyorlar? Çare ne ola ki?
Bu zamanlar bir bize mi düşman? Seni bir saat geri beni bir saat ileri almışlar sanki. Ortak takvimdeyiz ama denk gelemiyor ansızın kaçışlarımız. “An” sızı olup çekip gidiyor sessizce aramızdan. Sonunda cevapsız sorularla kalakalıyoruz bunca derdin ortasında. Biliyorsun inancım var, hem inatçıyım hem de bir hayli yorgun. Bilmem, sen ne haldesin, dinle beni! Hayatımdaki sensizlik çukuru çok derinleşti düşerim diye korkuyorum. Ya düştüğüm yerde seni bulamazsam…
Korkular esir etmemeli, cesaret de rezil etmemeli değil mi?
Hep dozunda yaşamalı hayatı. Tamam, eyvallah ama dozu kaçtı bazı insafsızlıkların, şanssızlıkların…
Garipte şans ne gezer deme, garibiz, muzdaribiz ama umutsuz değiliz!
Üzülme iki gözüm üzülme…
Güldürür Mevla bir gün, sanki hiç üzülmemişsin gibi; sanki her gece yüreğinle karanlığı kucaklamamışsın gibi gecene sabahı verir birden.
İnan, inandığımız kadar yaşamak sancısı yenemeyecek bizi.
Artık veda limanına yanaşıyor kalemim, bilirsin ben yine rıhtımımda hep seni taşırım. Şimdilik bırakıyorum umudun kıyısında seni.
Kendine, bize çok iyi bak.
Yaradan’a emanetsin…
Bilinmezim.
Selametle…