İçimde Kalmasın

Yarım sene geçti üzerinden. O ıstıraplı gidişimin üzerinde koskaca yarım sene geçti…

Siz hiç balık beslediniz mi? Akvaryumun dışına sıçramış bir balığı izlediniz mi? Çırpınışını, nefessiz kalışını. Akvaryum dışında kalmış bir balığın gözlerindeki yaşa baktınız mı? Balıklar ağlar mı?

Balıklar susuz, insanlar da yurtsuz kalınca ağlarmış. Yurt derken ayağını bastığı yerleri değil gönlünü emanet edebildiği yerleri kastediyorum. Nisan ayında tutmaya başladığım nefesimin üzerinden bilmem kaç daha ay geçmiş. Hala doğru düzgün, içime sinerek nefes alamıyorum.

Şimdi terminal dönemimdeyken yüreğimle nefes alabileceğim gurbetlere çıkıyorum. Belki kalbimin yeşerip çiçekleneceği toprağı bulurum diye… Ve bugün kendimi Zonguldak 100. Yıl Terminali’nde buluyorum. Zonguldak işte; kimine şehir, kimine şiir.

Birçok hayalin bitip yenilerinin başladığı yerde olduğumun farkındayken yıllar sonra neden bu şehre geldiğime anlam da veremiyorum. Kimim vardı? Cüzdanımdaki bir fotoğraftan başka… Neyim kalmıştı? Bir Zonguldak’ın yokuşları bir de benim -ona- kırılmışlıklarım düzelmezdi burada.

Tıpkı ruh halim gibi bir hava. Hicret gibi desem bir yanım kopup gider sevdiğinden, hicran gibi desem kalan yanım yanıp duruyor aşkından. Hayatımı yoluna koyayım buradan defolup gideceğim düşüncesi içerisindeyim. ‘Artık hiçbir şeyin sende izahı kalmadığı evre’ var ya hani… Ben o evreyi; her dakika bedeninde güncellenen kötü huylu urların iyimser kalmış tek hücresi olarak yaşayanlardan biriyim. Ben o(nsuz) evrede, ezilmiş bir gül hüznü varken içimde, ruhumun her zerresinde filizlenmeyi yaşayanlardan biriyim…

Olsun diye çabaladığım şey kalbimi bin parçaya ayırdı. Ve parçaları bulmak için buradayım. Asfaltın kenarındaki kaldırımdan yürümeye başladım. Saat sabah on gibi. Ayaklarım hatırlıyordu hangi sokak arasındaki merdiveni kullanacağımı. Bahçelievler mahallesine çıkıyorum merdivenlerden. Birilerini uyandırmak söz konusu olduğunda ‘Simitçiyyyyyaaaaaaa!’ diye bağıran efsane adam, kaldırımlarda karşılıklı çiçekçi dükkanları olan naif hoş sohbetli kurabiyeli teyzeler, belediyenin boyadığı düşlerim kadar renkli merdivenler, ha bir de küçücük basık bakkalı olan ama yüreği geniş temizce asık suratlı olmayan Salim Amca var…

Onlar güzel detaylar da ‘Anlat hele Gül’ deseler ne diyecektim? Konuşmak o kadar içimden gelmiyor ki… Boğazıma bir şey söyle diye yapışsalar bomboş bakarım o kişinin gözlerinin içine. Duygusal boşluğa denk gelip insanlara gereksiz bilgiler verme rezaletinden iyidir -gülen- gözlerimdeki çiğ katreleri. ‘Allah’ım duyabilme kabiliyeti verdiğin kadar anlayabilme kabiliyeti de verseydin ne olurdu?’ dedirten insanlara karşı yoruldum. Birilerine anlatınca anlaşılacağını düşünmek de bir cehennemdir. İçimizi öğrendiğimiz demli çay muhabbetlerinde, canımın içi dediğimiz, içimizdekiler nerede? İnsan karşısına geçip var mıymış kalbimi bin parçaya böldüğünün bir sebebi diye asıl kişiye sormak istemiyor da değil, korkuyorum. Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu diye bahsedilen benmişim.

Benim imtihanım yardan. Benim intiharım yardan. Benim ilacım yaradan. Kendimden dışarı çıkıp kendime baktıkça kim olduğumu bildim. Bazı yalnızlıklar iyidir. ‘Güneş sandıklarımız geceymiş meğer, Müstehcen bir kelimede heceymiş meğer.’ cümlerini öyle iyi anlıyorum ki kendimde bile değilken. Bugüne kadar hep duam ilk sevdiğim insanın aynı zamanda nasibim de olmasıydı. ‘Seni seviyorum’ cümlesini ölene kadar bir onun için kullanabilmekti ve en korktuğum yerden imtihan oldum. Hayat tam da böyledir işte.

İnsan gırtlağına, insan eli değmiş taş oturur. Bilmez yerini kimse de adı halk dilinde ‘kursak’ olur. Kursağımdan bir lokma geçmemişti hava kararıp da sokak lambaları yanana kadar. Ciğerlerimden oksijen geçmemişti gök ile denizin birleştiği sol yanımda. Son seferlerini yapıyordular toplu taşıma araçları… Sırasıyla: Topbaşı, Kozlu, Tıp Fakültesi, Alaplı-Devrek bir de Ereğli otobüsleri geçti. Nefesim daralıyor, iki kürek kemiğimin arası yanıyor, iman tahtama ağır bir baskı oluyor, hissetmeyi hissettirmeden hissettirmeye çalışıyorum. O son giden otobüse binip gitmek istiyorum.

Düştüğüm yerden sadece kendi elimi tutup kalkabilecekken ölüm meleği girdi koluma. Birkaç adım sonra zamanında, gönlümün onu aradığı banka oturup denizdeki gemiye bakmaya başladım. Bazı anları geçmişte bırakmak için ya bir parçamı tamamen söküp atmam gerekiyor ya da gittiğim yere o şeyi taşımayı göze almalıydım. En zoru da bu ikisi arasında kalıyor olmaktı ya! Tek bir kelime çıkmıştı ağzımdan: ‘Vuslat’.

Yalan dünya döner iken, Sahte aşklar biter iken, Gül misali solar iken, Vuslata geldim.’

Bakmıyorum dünyanın üç günlük sızısına. Vücudumdaki son iyimser hücrelerimin kanser olmasına, belki kendimi ait olmadığım toprağa diktiğim için solduğuma, ‘Nereye giderseniz gidin, siz oradasınız.’ ifadesinin anlamına, ayrılık diyemediğim yalnızlık diyemediğim özlem ateşinde gül değil kül olduğum hayatımın sınavına derin bir nefes aldım. Sanırım sabrı öğreniyorum bu sayede. Tevekkülü anlıyorum, tefekkürü yaşıyorum böylece… Hamdım, pişiyorum…

Gözler ne için var ki? Ben ağlarım…

İnsanların gözleri görmeye yararmış. Aşıklarınki ise ağlamaya.

Bir de aramaya. Sevdiğini…

Ruh eşimi değil ruhumu aramaya gidecektim ki ‘Bu böyle kimin gittiği? Sen dur ey!’ nidası hataydı…

NO COMMENTS

LEAVE A REPLY

Bir yorum girin
Adınız

Exit mobile version