Sanki içimizde bir boşluk var…
Ve biz insanlar sürekli o boşluğu doldurmak içip uğraşıp duruyoruz.
Kimi o boşluğu parayla doldurmaya çalışıyor. Kazandıkça daha fazla kazanmanın peşinde koşuyor. Elindekini de biriktiriyor, saklıyor, gözünü para hırsı bürüyor.
Kimi o boşluğu eşya ile doldurmaya çalışıyor, aldıkça alıyor. Eskisi bitmeden yenisi, modası geçmeden diğeri derken dolapları, çekmeceleri tıka basa, tavan arası…doluyor.
Kimi o boşluğu insanla doldurmaya çalışıyor, eşine dostuna sevgilisine yapışıyor adeta. Sürekli ‘biri beni arasın, önemsesin, benimle ilgilensin’ istiyor.
Ya da sürekli biriyle temas halinde olmayı tercih ediyor.
Kimi o boşluğu bilgi ile doldurmaya çalışıyor. Okuyor, öğreniyor, kurstan kursa atölyeden atölyeye koşup duruyor. Sertifikalar, diplomalar, belgeler… birikiyor.
Yarım kalmış hobiler, tamamlanmamış çizimler, bir köşeye atılmış spor malzemeleri.. ise hevesin bittiğinin kanıtı.
Kimi o boşluğu fiziği üzerinden tamamlamaya çalışıyor. İpek kirpikten porselen makyaja, diyetten egzersize, protein tozuyla kas yapmaya.. böyle uğraşıp duruyor.
Kimi de tam tersi yedikçe yiyor, sanki yedikçe ruhu doyacakmış gibi midesinin esiri oluyor.
Kimi o boşluğu zihnini yorarak aşmaya çalışıyor, sezon sezon diziler, art arda filmler… Bu da yetmezse sigara, alkol, başka maddeler…
Kimi mükemmel olursa o boşluğu dolduracağını sanıyor, yeni bir dil öğrenirse, işi olursa, evlenirse, tatile çıkarsa, zengin olursa, çocuğu olursa… birçok şart cümlesi ile o boşluk dolacak sanıyor.
Gerçekten içimizde bir boşluk var mı?
Önce bunu düşünelim. Muhtemelen cevabımız evet. Çünkü insanız, geçmişten bugüne eksik kalan, yıpranan, incinen yönlerimiz var. Gerçekleşmemiş hayaller, acılar, kayıplar, ukdeler var.
Peki bu boşluğu doldurmak için, yukarıda saydığımız şeyler yeterli oluyor mu?
Şöyle bir misal vereyim: Gerçekten çok açsınız, mideniz kazınıyor. Buzdolabınız ağzına kadar dolu, etinden sütüne sebzesinden meyvesine her şey var.
Mutfağınız da yerli yerinde, temiz düzenli pırıl pırıl.
Açlığı hissettiğinizde malzemelerle ve tencere tava gibi araçlarla yemek yapmanız gerek.
Bu da yetmiyor, oturup çatal kaşıkla, elle o yemeği yemeniz gerek.
Hatta bu da yetmiyor, bir de çiğnememiş yutmanız, o besinden almanız gereken vitamini yağı şekeri… Almanız, onların da kanınıza karışması gerek.
İşte insandaki halde buna benziyor.
İnsan neye aç olduğunu, neye ihtiyacı olduğunu fark etmeli ki daha sonra mutfağında yemek yapıp yiyebilsin.
Biz açlıktan midemiz her guruldadığında, daha fazla erzak, daha fazla ekmek, daha fazla tencere, tava alsak işe yarar mı?
Yemek yapmayınca, yemeği yiyip çiğneyip sindirmeyince açlık gider mi?
Oysa biz her eksiklikte, o boşluğu her hissettiğimizde poşet poşet erzak alıp, doymayı bekliyoruz.
Emek vermeden, yemek yapmadan, sindirmeden, beklemeden…
Yeni bir iş, ev, para, şan şöhret ün sosyallik güzellik eğitim kariyer… Bir noktadan sonra tatmin etmiyor. Çünkü ruhumuzun neye ihtiyacı olduğunu anlayıp, ona yönelmek yerine; şu etten kemikten oluşan maddi bedenimizi ve ona bağlı kimliğimizi süslemekle, doldurmakla meşgul oluyoruz. Bu arada yoruluyoruz, yemek yapmaya ne hevesimiz ne mecalimiz kalıyor.
Sonunda ruhumuz aç, evlerimiz tıka basa dolu, zihinlerimiz karman çorman halde kalakalıyoruz.
Özgürlük ağır bir yüktür, ruhun yüklenmesi gereken büyük ve garip bir sorumluluk…
[ Ursula K. Le Guin]