Çantam eğer boş kaldıysa dışarı çıkarken hemen okumakta olduğum bir kitabı koyarım veya gittiğim her nereyse okuyabileceğim bir kitabı. Biliyorum belki okumak için vakit bulamayacağım ya da mekân uygun olmayacak. Ancak sırtımı bir kitaba yaslamanın verdiği huzuru yaşamak bana her şeyden öte bir duygu deneyimi sunmuştur.
Kitaplar hayatımın hep ayrı bir köşesinde olmuştur ayrıca. Onlarla birlikte uyuduğum, ışığın sabah saatlerine kadar yandığı, anne veya babamın gece geç vakit olduğunda uyuyakalmış mıyım diye mutlaka odama girip baktıklarını hatırlarım. Hatta kitaplarımı önüme alıp söyleşi ettiğimi bile…
İnsanlar pelüş oyuncaklarının konuşacaklarına inanırlar bense belki de kitaplarımın. Elbet küçükken onların konuşamadıklarını biliyordum. Ancak onların keskin yüz ifadesi ile beni hâlâ dinlediklerini düşünürüm.
Yaşamın sevgi dolu yanlarını, hüzün dolu baharlarını kuş cıvıltısı misali ince ince zarif bir şekilde onlardan dinledim, öğrendim. Kitapların en yakın dost olabileceğini onlarsız bilgi aktarımının zor olduğunu… Fahrenheit 451 kitabında, kitapların yakıldığı anlarda içimden bir parça gittiğini, bilim-kurgunun gerçek hayata bu kadar yakın olmaması gerekliliğini dahi…
Evet, nasıl oluyorsa bilim-kurgu gerçekleşiyordu! İnsanoğlunun yazıp çizdikleri dünyanın çevresinde dönüp yine bizi buluyordu. Yazılanlar, çizilenler kaderimizden olup çıkıyordu. Peki bu kadar çok kitap varken çevremizde ve -geleceğe yönelik gerçekleşecek teorilerden bahsediliyorken- bizden birer parça taşıyan kitapları neden elimizde bulunan bir telefona değişiyorduk? Akıllı sandığımız ve bizim hızımıza ulaşamayan telefonlardan ne bekliyorduk?
Telefonlardan neyi bulduğumuzu değil de neyi bulamadığımızı anlayabiliriz ancak. Bir bilgiyi arama motoruna buldurmak yerine kitaplardan arayıp bu süreci biraz uzatsak fena olmayacak sanki. Araştırma yaparken araştırılanlar arasında kaybolmak; okyanustan bir bilye çıkarmak sonuçta kendi benliğimize kavuşmamızı sağlayacak.
Bir düşünce, bir bilgi için tüm kitaplardan istifade edip sadece tek bir sonuca ulaşmak… Bu belki sevginin gücüne, huzurun derinliğine inebilmek veya engin dalgalı denizlerden gökyüzüne dalabilmenin bir şifresi…
Kitapların yakıldığı 2. Dünya Savaşı zamanları, 1945’li yıllardan; senenin kaç olacağını bilemediğimiz ve hatta gelmesini istemeyeceğimiz Fahrenheit 451’li itfaiyecilere… Kitapları yakabilmeyi bir meslek olarak tanımlayan ve evlerde bulundurulmasının yasak olduğunu açıklayan ütopyalardan büyük bir salgın hastalık geçiren dünyalara…
Geçmişte yaşanılanlar gelecek tarihimiz oluyordu. Okumak, bugünümüzü belirliyordu. Şimdiki zamanın farkında olunca hem geçmişimiz hem de geleceğimizde bizleri nelerin beklediğini öğreniyorduk. Dünyalar ve ütopyalar arası bağlantılar kurabilmemizi sağlıyor, küçük bir şifre için birçok kitap okumamız gerekliliğinden bahsediyordu okumak bize. Belki de insanlar küçük bir şifre yerine büyüklerini arıyorlardı telefonlarda. Arıyorlardı aramasına ama büyük şifre yoktu ki. Ne varsa küçük şifrelerde vardı. Onlar birleşince büyük şifre görünecekti gözlerimize.
İşte okyanustaki bir bilyeyi bulup çıkaranlar, hatta çıkarmak bir marifet değil, karaya ulaştırabilenler bu büyük şifreyi ortaya koyacaklardı. İtfaiyeci olan ve neslini korumak için kitapları yakmak yerine saklayan Montag misali.