Her sabah kafamı onun göğsüne bırakıp, saçımı oynatmadan çıkamazdım evden. Yine aynı şekilde kafamı onun battaniye kadar yumuşak, ana yüreği kadar sıcak ve cennet gibi kokan sinesine bırakmıştım. O da başlamıştı saçımla oynamaya… Her sabah aynı şarkı çalardı, yine açtı aynı şarkıyı; Cem Karaca oradan seslenirdi:
”Saçını dök sineme
Derdini söyle” diye, ben saçımı dökerdim sinesine, bir kelime söylemeden o anlardı derdimi, bakıp bakıp gözlerime.
Yine karanlık çökmüştü şehre, çocukların neşeli sesleri, bahar kokan gülüşleri kesilmişti. Necla, ” Yemek hazır ” diye bağırdı, kafamı kaldırıp ağır adımlarla yemek masasına geçtim. Çok güzel muhabbeti vardı Necla’nın. Öyle güzel, öyle içten, öyle samimi bir ses tonu vardı ki; kalbi konuşuyor sanırdım, içinin cennetinden çıkıyordu sanki kelimeler. Yemeği yeyip, simsiyah elbiselerimi gösterdim ona.
– Nasıl olmuş, yakışmış mı?
“Sezen Aksu’nun şarkıları kadar güzelsin” dedi ve yaklaşıp bir buse kondurdu dudağımın yanına. Beni işe gönderirken hep böyle mutlu ederdi, yollarda sağa sola çarpınca da dikkatsiz derdi… Çıkmıştım caddeye, gülümseyip kafamı gökyüzüne kaldırdım, yirmi adım sonra, koca bir kalabalık sesi duyacaktım. Bir, iki, üç, dört…
İşte bu ses, Muharrem abi, yine bir müşterisiyle kavga ediyordu. Biraz daha ilerledim, marketin çırağı İsmail, bir pazarcı edasıyla markete yeni gelmiş malları satmaya çalışıyordu. Görüp seslendi hemen bana;
– Fazıl abiiii…
– Ne var lan kerata!
– Abi, şu çikolatadan al be, yeni geldi…
Kaşlarımı çatıp, yoluma devam ettim. Piç kurusu, sanki bilmiyor çikolata sevmediğimi.
– Huysuzsun abiii!..
Arkamdan bağırıyordu ama hiç kulak asmadan devam ettim. Birkaç adım daha attım ve köşeyi döneceğim mahalle serserilerin önünde volta attığı o direğe geldim. Köşeyi dönüp, biraz daha yürüdüm, yoğun bir balık kokusu geliyordu. Kedilerin miyavlama sesleri kulağımı tırmalıyordu. Balıkçı Reşat… Gelmiştim dükkanının önüne, sanırım dükkanda müşteriyle muhabbet ediyordu, bırakıp geldi dükkan dışına seslendi hemen;
– Henüz vakit varken gülüm, gel bir çay içelim!
– Yol uzun, genç, ihtiyar…
– Kolay gelsin Fazıl’ım!
Ağır adımlarla yoluma devam ederken, sesler yükseldi yine. Açık hava sineması… ‘ Allah’ım samimiyet kokuyor burası ‘ diye haykırasım geliyordu. Çocuklar bacaklarıma çarpa çarpa koşuyorlar, anneleri salçalı ekmekle peşinden geziyor, babaları ise kahveye kaçmak için uğraşıyorlardı… Dııııt dıdı, dııııt dıdıı… Filmden önce müzik çalardı, ‘GülPembe’nin o meşhur introsu çalıyordu, değneğimle ritm tutarken, tatlı tatlı esen rüzgara bıraktım kendimi. Girdi şarkıya Barış abi;
Güz yağmurlarıyla, bir gün göçtün gittin
İnanamadık, Gülpembe
Bizim iller sessiz
Bizim iller sensiz
Olamadı, Gülpembe
Dudağımda son bir türkü, Gülpembe
Hala hep seni söyler, seni çağırır Gülpembe…
Değneğimle birlikte, iki elimi ve kafamı havaya kaldırıp, şarkıya eşlik ettim… Birkaç dakika daha yürüyüp, gelmiştim ekmek tekneme. Oturdum mikrofonun başına, bir kahve istedim Asuman kızdan. Giriş introsunu verip, kalın ve etkileyici olduğunu düşündüğüm bir ses tonuyla açtım programı.
– Merhaba, 125.17 dinleyicileri, ben sunucunuz Fazıl. Nasılsınız diye sormuyor, iyi olmanız için, güzel bir şiirle programı açıyorum.
Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler…
Orhan Veli Kanık
( 1914 – 1950 )
Şimdi sorabilirim. Nasılsın, sayın dinleyen?
Bir telefon bağlantımız varmış, hemen bağlayalım.
– Alo, buyur sayın dinleyen!
– Merhaba, nasılsınız diye sormuyor, kahveniz ile size sevgiler sunuyorum.
– Teşekkür ederim, dinleyen…
– Benim bir kardeşim vardı, biliyor musun radyocu? Sanatçıydı o da senin gibi, her gün bir şeyler yazardı, anlatmaya çalışırdı. Hep korkmadan söylerdi, cahilliğe gelemezdi. Dünyayı sen mi kurtaracaksın derdim bende. Tokat gibi cevaplar verip, yüzünü asardı. Herkes sussun o zaman abi, bende susayım, kötü olan her şeyi sevsin bu millet… Kötü şeyler niye sevilsin ki derdim, ‘Kötü olan her şeyi sevdirmeye muhtaçtır devlet’ derdi. Bir sabah, bir polis baskınıyla götürdüler, tıpkı bir terörist gibi… Halkına doğru söyleyen herkesin sonu ölüm müdür, radyocu? Mapushane yollarına çıktı kardeşim, susmadı orada da yazdı. Üç ay sonra bir haber geldi, ‘Kardeşin öldü başın sağ olsun’ diye… Haberlerde, gazetede, senin kıçı kırık radyo kanalında bile yer almadı. Oradan bir arkadaşı anlatıyor. Kardeşimi, bir gece vakti; yatağında boğmuşlar. Korkusundan, abi diye bağırmış ilkin, çırpınmaya başladığında da, yatağının tepesinde asılı duran, annemin fotoğrafına bakıp gözünden o masum yaşları akıtmış. Ben ona söz verdiğim bisikleti bile alamamıştım. Mapushaneden gelince, yemeyi en özlediği mantıyı yiyecektik. Söylesene bana radyocu, hangi iyilik kalır cezasız?