Filistin…
-Ephriam! Esther! Noa! Kahvaltı hazır, hadi gelin!
Esther: Günaydın anne günaydın baba günaydın Noa
Noa: Günaydın herkese
-Ephriam! Hadi nerede kaldın ?
Diye her ne kadar seslense de annesi, Ephriam çoktan uzun zamandır planladığı, umutla çıktığı yolculuğunu yarılamıştı bile. Ephriam bürokrat bir baba ve asker bir annenin en büyük ve tek erkek çocuğuydu. On sekizine basalı birkaç ay olan Ephriam’ın kız kardeşleri Esther ve Noa ile arasında sırasıyla dört ve altı yaş fark vardı. Esther ve Noa’ya kıyasla Ephriam bambaşkaydı. Onlar gibi zenginliğin tadını çıkartamıyor, her gün duyduğu bomba seslerine alışamıyor, öldürülen çocukların ellerinden uçup giderken gökyüzünde süzülen balonlardan kafasını alamıyordu.
Annesinin ona oyun olsun diye havaya sıktırdığı tabancadan nefret ediyor, bir gün elindeki o tabancayı göz yummadan masumlara doğrultursa diye içi içini yiyor, perişan oluyordu. Artık uyku uyuyamaz, yemek yiyemez hale gelmişti. Savaş dışardaydı, zulüm onun içinde. Namluyu doğrultan annesiydi, ölen Ephriam. Bir film gibi izleyen babasıydı, rüzgarda çaresiz kalmış bir buğday başağı gibi savrulan Ephriam. Ölen her çocuğun kabri göğüs kafesine ilişiyordu.
Evdeki herkesin merhameti, vicdanı alınmış büsbütün ona verilmişti sanki. Sürekli bir şeyler yazıp zihnini meşgul etmeye çalışırken dışardan gelen sesleri duymamak için her türlü önlemini alıyordu. On sekizine kadar böyle sürüp gitti fakat 4 yıl once aldığı bu ülkeyi terk etme düşüncesi doğrultusunda sürekli para biriktirip planlar yaptı.
Filistin’e sığamaz oldu artık. Filistin kök saldı damarlarına, Filistin toprağına dökülen her damla kan uzuvlarına alev olarak düştü, toprağa düşen her cansız beden keskin bir çığlıkla sirayet etti yüreğine. Vücudunda bir nokta dahi yoktu ki bu çığlık irinlerini salmasın. Derken irkildi bir anda, ardında bırakıp huzura koştuğu bu şehrin her zerresini ilişmiş olan kokusunu, feryadını bedeninden uzaklaştırır mıydı ulaştığı ülkeler, tanıştığı insanlar. Acı öylesine bütünleşmişti ki Ephraim’le şimdi yolun son çeyreğinde umudu hafiften solmaya, belleğine kazınmış o görüntüler tekrar tekrar oynamaya başlamıştı. Vicdanının azabı mıydı bu duyduğu, ölmüş vicdanların azabı mı? Çok perdeli bir oyunun kan kokusuna denk gelmiş öbür perdelerde huzur kokusu aramaya çıkmıştı. Filistin perdesini şimdilik kapatırken defterini çıkarıp, nazikçe kaleminini.
Bombalarla hiç oynadın mı saklambaç?
Sakın sobelenme, füzeler ebe; kaç!
Evlerden uzak dur, tuğlalar üstüne örülür
Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür…
İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan…
Ephraim şimdi suyun kenarında, ışıkların ihtişamıyla suyun huzurlu sessizliği arasında ilk defa aradığını bulur gibiydi. İlk defa içinde bir şey yiyip bitirmiyordu onu, ilk defa aldığı nefes her hücresine hiçbir yere takılmadan nüfuz ediyor, ilk defa gözlerini ve kulaklarını her şeyi duymak her şeyi görmek istercesine etrafa açıyor, ilk defa defterine güzel bir şeyler karalayacak olmanın umudunu yaşıyordu. Her şey öylesine güzel, öylesine huzurluydu ki sanki savaş terk etmişti dünyanın her köşesini, sanki zulüm sabah içinde kaybolduğu Nakş-I Cihan Meydanı’nda kalmış, sanki vicdanı derin bir sükûnete dalmıştı. Şaşkınlıkla minnet arasında, heyecanla kaygı arasında, huzurla acı arasında kalmış gibiydi biraz da. Her an gözlerine bir acı değecek, etraftaki en sessiz çığlık onu bulacak korkusu zihin labirentinde dolaşıp duruyor, bu çıkmazdan kurtulamıyordu bir türlü.
Fikirlerinde menfi bir derinlik vardı her daim. Şimdi bu güzel ülkenin güzel şehrinde her şeyden uzak yüzüne bir gülümseme kondurabilmek bile rahatsız ediyordu vicdanını. Savaştan kaçmış olmak düşüncesi bir yel gibi esti geçti ruhunun her zerresinden. Titretti tüm bedenini umarsızca. Fakat savaş kaçtığı yere gidiyordu, filhakika savaş gölgesi olmuştu adeta. Bir türlü dokunamadığı fakat asla peşinden ayırmadığı…
Şimdi Tahran sokaklarında derin bir nefes alıp yola koyuldu. Saat 22’yi gösterse de gün yeni doğmuş gibiydi. Gömdü tüm huzursuzluklarını, ikirciklerini, acılarını göğsüne. Ki göğsü, mezarlığıydı filistinli bebeklerin. Gözlerini ağır ağır göğe dikerken, bir ebabilin süzülürken kanatlarını indirip kaldırması nahifliğiyle kaldırdı dudağını, gülümsedi, gülümsedi, gülümsedi. Önce kendi, sonra içindeki bebekler sonra da tanrıya minnet mahiyetiyle. İsfahan’dan Tahran’a gelene kadar da bunu düşündü hep kafasını dayadığı tren penceresinden etrafı izlerken. Tanrıya minnet. Onu böyle bir yolculuğa çıkaran tanrıya. Sonra da içindeki diğer tanrıya sonsuz bir nefret…
Doğrusu Ephraim’in bu hayattaki tek tutunduğu dalıydı içindeki tanrı, onu düşünmeye sevk eden, diğerlerinden ayıran, onu özel kılan şeydi. En iyi dostuydu belki de fakat yanlış bir beldede yanlış bir bedendeydi. Her şeyi hesaplamıştı yıllarca fakat unutmuştu bu yolculukta vicdanının sesini kısacak şeyi. Derken gözüktü Tahran, tüm ihtişamıyla Gülistan Müzesi gösterdi usul usul kendini. Mimari harikası, muhteşen bir yapıydı. Ephraim kayboldu bir an, gözlerinin kendine ettiği şükür seslerini duymaya başladı. Dünyanın en güzel yeri Tahran olmalı diye düşünmeye başladı.
Günün sonundaysa yine ışıyan gözlerinin feri söndü sessiz sedasız. Tahran’da ölü çocuklar değil ölü gençler ölü bir yaşam görmeye başladı her yerde acı bulup kendine çeken gözleri. 1979’dan bu yana biraz olsun huzur bulsa da Tahran, hala Ephraim’in içi gibi kan ağlamakla umut bağlamak arasında kalmıştı. Yürümeye devam etti sokaklarda, çekinmeye başladı etrafa bakmaktan ama baktı, dinledi. Anlam veremediği manzaralar içindeki ateşi harlamaya başlamıştı çoktan. İran sokaklarında şimdi yine aynı manzara gözlerinde nüksetti. Bir balon usulca süzülen göğe. Nasıl oluyordu da bir çocuk anne olabiliyordu bir bebeğe. Ateş şimdi daha da harlanmıştı yüreğinde. Ephraim yalvardı tanrıya gördüklerinin bir tahayyülden ibaret olması için fakat nafile.
Vicdanı şimdi tekrar bayrak sallamaya başladı benliğini hatırlatmak için. Kafasını çevirmeye çalıştı ama tüm kasları kitlenmiş, iskelet sistemi kaskatı olmuştu adeta. Vücuduna söz dinletemiyor, adım atamıyor dudaklarını kıpırdatamıyordu şimdi. Bu hangi perdeydi? Kan değildi fakat bin beterdi kandan. Masumiyete bulaşmış kan. Henüz olgunlaşmamış göğüslere nasıl dokunabiliyordu nasırlaşmış eller. Ephraim yerle yeksan olmuştu. Bakışlarını biraz daha almazsa Ghoncheh’in üzerinden, başı derde girecekti hiç şüphesiz. Ama nasıl? Nasıl alırdı bakışlarını, nasıl söz geçirirdi kenetlenmiş kaslarına. “Taze bir gonca iken gül dalında solmaz mı ?’’ dizeleri fışkırdı belleğinden kulaklarına doğru fevri bir hareketle. Sanki bu anın fotoğrafını görmüş de söylemişti şair. Sanki Ghoncheh(Gonca)…
Fikirlerini kovuşturup, kahırla çökmüş omuzlarını kaldırdı; bakışlarını çevirdi önüne. Şimdi İran’ın hangi köşesinde ne kadar güzellik görürse görsün kalmamıştı ehemmiyeti. Ghoncheh’ın bakışları işlenmişti bir kere zihnine ve yüreğine. Kan bulaşmıştı bu perdeye de besbelli. Utanç bulaşmıştı, hasret bulaşmıştı büsbütün. Özgürlüğe, yaşamaya, umuda; hasret… Sonra kaçtı köşe bucak bu ülkeden de. Afganistan, Pakistan, Hindistan. Sınırdan sınıra hızla ilerledi bir nebze olsun yüreğini serinletmek için fakat değişmedi gördüğü manzara, değişmedi bir türlü. Aksine goncalar, tohum olmaya başlamıştı yer yer… Ephraim nefret etti aldığı her nefesten. Ve değiştirirken rotasını, vicdanının haykırışları arasında çıkardı defterini.
Annesinin kucağında, bebeği kundağında
9’unda Hindistan, 10 yaşında İran’da
Oyun nedir hiç bilmez, pencerede düşünür
Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür
Nijerya, Sudan, Çad…
‘Umutsuzluk zehir, umutsa baldan şerbet.’ demişti başka bir şiirinde fakat şimdi nasıl oluyordu da umut etmeye korkuyordu. Her yeni umut yeni bir yıkımın rezervi olmaya başlamıştı. Yüreğinden atamadığı Filistin çocuklarına bir de Ghoncheh ve güzelim goncalar eklenmişti sayısız. Şimdi bambaşka bir kıtada huzur aramaya koyulurken Nakş-I Cihan meydanını düşündü, orda hudutları kısa dakikalarla çevrili olan zamanın içindeyken hissettiği huzurun, mutluluğun derinliğini hatırladı.
İşin aslı Afrika’da karşılaşacağı manzarayı, Afrika’nın hangi perde olduğunu tahmin ediyordu en başından beri ve bu bir bakıma nimettendi. Rengini bildiği bir perdenin tonunu aramaya çıkmıştı sadece, esmer suratlar içinden parlayan boncuk boncuk gözler de kafiydi mutlu olmasına; bakabilirse. Fakat yolculuk boyu da susmadı o derinlerinden gelen ses, onu susturmak uğruna çıktığı yolculukta ses katmerlenerek artmaya devam ediyordu üstelik Ephraim’in bedenini terk etmeden, yankı yapa yapa. Esther ve Noa’yı da özlemişti fazlasıyla fakat eve dönmek söz konusu bile değildi.
Güneş tüm zerafeti ile yükselirken bu kurak toprakların güzel insanlarının üzerine, Ephraim yeni planlar yapmaya başlamıştı çoktan. Avrupa’daki arayışına ayırdığı bütçesiyle buradaki çocuklara yemekler alacak, kıyafetler bulacak böylece de vicdanının sesini kısacaktı. Eğer izlediği filmler ve okuduğu kitaplar yalan söylemiyorsa böyle olmalıydı, yaptığı iyilikler susturabilirdi vicdanını. Peki ya durmadan benliğini hatırlatan şey vicdanı değil de başka bir şeyse?
Ephraim’in düşünceleri birbirine öylesine dolaşmıştı ki en umut dolu düşünce bir anda karamsar bir plana en kötü haber bir anda huzur dolu bir bilgiye dönüşebiliyordu. Zihni ona adeta düşünme emir veriyordu fakat o ses? Ephraim kavgasını sürdürürken yolculuğu sona ermiş karnından gurultular yükselmişti. İner inmez bir lokanta bulup karnını doyurmaya başladı ki lokantanın içine girdiği andan itibaren yemek kokusu doyurmuştu çoktan karnını. Dışarı kafasını çevirdiğinde ise buradan ayrılırken kaleme alacağı dizeler çoktan yazılmıştı zihninde.
Bugünü kendine ayırdı Ephraim, her zamanki gibi huzuru aradı köşe bucak. Gördüğü hayvanların kafalarını okşadı,tropikal meyveler denedi, insanlarla sohbetler etti onların kültürel yemeklerini yapmaya yardım etti ve yedi. Chari Nehri’nde güneşin usulca batışını izledi kemiklerin belirginleştiği, ruhların bu küçülen bedenlere dar geldiği şehirde. Gözlerini güneşin gidişiyle kapadı ve derin biri nefes aldı yarınların hayaliyle.
Ertesi gün Sudan’da başladı bitiremeyeceğini daha sabah anladığı güne. Planladığı gibi hediyeler, yemekler aldı götürdü minicik bedenlere. Sayısız yemeği tek tek uzatırken ilk uzattığını aralarında nasıl hırssız paylaştıklarını gördü. Esther’le Noa geldi aklına, karınları şişken bile uzattığı çikolatayı aralarında paylaşamadıklarını hatırladı. Gülümserken bir yandan da devam etti yemeklerini nezaketle paylaştırmaya.
Ephraim hayatında ilk defa bu kadar hafif ilk defa bu kadar umut dolu ilk defa bu kadar sevinçli ve gururluydu. Vicdanı oturduğu yerden kaldırmadı başını gün boyu. Kan yoktu bu perdede ama üryandı acı. Gözleri içlerine gömülmüştü minicik bedenlerin, kemikleri çekilmişti içlerine içlerine derken haykırdı bir anda içindeki tanrı, Ephraim’e değil dünyaya haykırdı.
Çöpe dökülen yemeklere, bitmeyen tabaklara haykırdı; bu sefer Ephraim söylendiği yemeklere, yarısını çöpe attığı yiyeceklere ağladı sessizce ve uzaklaştı şehirden. Şehrin havasında bile kıtlık vardı, havası bile eksikti sanki; havası bile çökmüştü içine içine, yetmiyordu Ephraim’in göğüs kafesine. Aldığı her nefes içindeki mezarlıkları yerinden oynatıyordu, attığı her adım bedenini sarsıyordu büsbütün. Bir lahza olsun susan içindeki ses yeniden onu sağır etmeye başlamıştı anlaşılan.
Şimdi yeni umutlara koşma vaktiydi, artık sönen, inancı olmayan umutlara; gerçekleşeceğine inanmadığı güzel günlere. Açlık perdesini yüreğine acıya doyurarak kapatırken defterini çıkardı, bir soda lazımdı bu doygunluğu sindirebilmek için fakat biliyordu bin soda sindiremezdi doygunluğunu.
Düşer konteynıra bir elma şekeri
Uzanmaya utanır, indiriverir elini
Eli yüzü kül, zülüfleri yüzüne dökülür
Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür
Avustralya…
Şimdi yeni bir ülke değil yeni bir kıta lazımdı ona, yeni bir okyanus, yeni bir insanlık… Mavilikler içindeki yolculuğu bir nebze dindirdi içinin yorgunluğunu, Hint Okyanusu’nun ipeksi durgunluğu üzerinde süzülen bir pelikan gibiydi, bu uzun yolculuğun sonsuz maviliği içinde tekrar filizlendi içindeki umut tohumları. Broome, Uluru, Kakadu Ulusal Parkı onu bekleyen güzellikler arasında duyduğu birkaçıydı. Bilgisayardan görmüştü buraları sadece, namlarını duymuştu güzelliklerinin. Yolculuğunun sonuna gelirken diğer yolcuların sohbetini duydu, Kimberley diye bir yerden bahsediyorlardı ilgisini çekti, onu da ekledi göreceği yerlere.
Avustralya’ya adımını attığında her hücresinin en ücra noktasına ulaşacak kadar derin bir nefes aldı. Avustralya’ya 5 gün yetecek nefesi içine doldurmuş gibiydi adeta. Güneş bugün Ephraim için doğmuş gibiydi. Yolculuğunun sonuna yaklaşırken manzaranın ihtişamına kapılan içindeki tanrı varlığını göstermeye başlamıştı yavaştan. Daha Goncheh’yi unutamamış, Afrika’yı sindirememişti içinde.
Artmaya başladı ruhunun derinliklerinden her molekülünü parçalaya parçalaya kulaklarına doğru gelen fakat tüm vücudunu titretmekten geri kalmayan o ses. Bir soru sordu Ephraim’in devamını duyamadığı, fakat Ephraim için en alışıldık soruydu bu yolculuğu boyu: “Ya…?” Umutsuzluğun neşe harmanlandığında umutsuzluk kalınca kalburüstünde hemen baş gösterirdi bu soru. Ya…? Ya gittiği yerde onu daha derin acılar bekliyorsa? Ki hasret gibiydi her ülkenin acılara ona, sanki tenhada saklanmış vuslatı gözler gibiydi. Göğüs kafesindeki mezarlıktan Goncheh çıktı tekrar, acıyla gülümsedi Ephraim Avustralya topraklarına adımını atarken.
Her zamanki gibi yaşayabildiği kadarıyla ilk gün onundu, özgürdü ilk gün tanrının müsadesi kadar. İner inmez birkaç saat evvel işittiği Kimberley Bölgesi’ne nasıl gidileceğini öğrendi. Belki bu eşsiz benzersiz yer ruhuna şifa olurdu, belki aradığı, aramaktan yorulduğu huzuru burada bulurdu. Yeni bir uzun yolculuk onu bekliyordu şimdi fakat hiç şüphesiz buna değerdi.
Yolculuğu boyu biraz istirahat eden Ephraim rüyasında uzun zamandır düşünmediği anne babasını gördü. Ve simasını bir yerlerden hatırladığı ama tam olarak kestiremediği, kendinden birkaç yaş küçük olan bir genci. Bir hastane odasında Ephraim’in başında ona bakıyordu hepsi, tam olarak işitemediği kesik kesik duyduğu bir şeyler söylüyorlardı biraz da endişeli bir tavırla. Derken kafasını çevirdi gence, gözlerini büyüttü, büyüttü, büyüttü ta ki onu tanıyana, nabzını hızlandırışının sebebini anlayana dek derken elindeki defterinin yere düşmesiyle uyandı günler boyu onu düşündürecek olan bu rüyadan.
Ve gözlerini şimdi de Kimberley’in güzelliklerini alabildiğine görebilmek için büyüttü. Bir rüya aleminden öbürüne uyanmış gibiydi adeta. Kıvrılan nehirler, benzersiz kayalıklar, huzur akan çağlayanlar. Ephraim burada kaybolmuştu şimdi. Dünyanın tüm acılarını unutmuş, her şeye yeni bir sayfa açmaya karar vermişti. Dünya böylesine güzelken, üzerinde kurulmuş olan bu hayat nasıl böylesine acımasız böylesine hüzünlü olabiliyordu. Güneş batana değin manzaranın tadını çıkardı. O kadar büyük o kadar ihtişamlıydı ki buradan ayrılmak da yüreğine bir miktar hüzün kattı.
Ertesi gün Avustralya sokaklarında dolaşırken hala yüreğine değmemişti bu şehrin hüznü, acısı. Yoksa aradığı yerde miydi, yoksa içindeki tanrı susmak için bu caddeleri mi bekledi? Günleri öylesine huzurlu geçiyordu ki Ephraim buraya yerleşmeye hatta Esther ve Noa’yı da savaştan çekip, kurtarıp buraya getirmeye kararlıydı. Haftalar birbirini kovalıyordu neredeyse 1 ay olacaktı Ephraim buraya geleli. Gezdiği sokaklar onu tanır olmuştu şimdi. Nefesini daha derin alıyordu ki göğsündeki kabirlere de sirayet etsin bu pirüpak hava. Daha derin alıyordu ki beraat etsin artık sıkışıp kalan ve onu da sıkıştıran tanrı. Caddelerde ilerken çoktan geç kalmış olan o acı ona yaklaşıyordu adım adım.
Kaldığı pansiyona doğru döndüğünde fark etti yağmurda çaresiz kalmış bir kedi gibi içine içine kıvrılmış, gözyaşları içindeki minik kız çocuğunu. Kafasını çevirip sesi sedası çıkmayan tanrıyı uyandırmadan burayı terk etmek istedi fakat Noa geldi aklına. Orada minicik bedeniyle kimseye sesini duyurmadan ağlayan gözlerini yere dikmiş kız çocuğuna yaklaşırken fark etti okul üniformasını. Belli ki okuldan kaçmıştı fakat neden ? Yoksa arkadaşlarına mı küsmüştü ya da annesi mi hastaydı? Ephraim hemen etrafına bakındı, birkaç yüz metre ileride bir pastane çarptı göz bebeklerine; hemen onu alıp oraya götürmeli onu hoşnut edecek bir şeyler ikram ederken de derdini dinlemeliydi.
Sessizce yaklaştı onu korkutmamak için ellerini usulca omzuna koymasıyla minik kızın irkilmesi bir oldu. Kan çanağına dönmüş gözlerinin alevi harlandı bir anda. Ephraim “Korkma sana yardımcı olmak istiyorum.” dese de minik kız korkudan titrerken tek kelime dahi etmiyordu. Ephraim anlamıştı çoktan şehrin hüznünü bulduğunu, fakat tam olarak neydi?
Minik kıza söz geçiremeyeceğini fark ettiğinde “Peki o zaman burada beraber saatlerce oturalım ben de konuşmuyorum.” diye hafif bir sitem etti. Çocuk kalbinin dayanamayacağını biliyordu bu küsme oyununa. Oysa küçük Audrey’in en az Kimberley Bölgesi kadar büyük ve dağlanmış yüreği bu oyuna da dayanırdı. Ephraim saatlerc bekledi. Adı gibi güçlü, belki Ephraim’den bile daha büyük olan Audrey de bozmadı sükunetini. Dakikalar birbirini kovalarken güneş dinlenmeye koyulmuştu yavaştan. Şehrin üzerini simsiyah bir çarşaf usulca örterken gece lambası tüm zerafetiyle belirdi.
Audrey nahifçe kalktı çömeldiği yerden, üstünü başını düzeltti manasız bakışlar içinde. Ephraim’in omzuna dokunup ilerlideki pastaneye doğru yürümeye başladı Ephraim’in onu takip eden adımlarıyla birlikte. Ephraim’in bu gece işittikleriyse bu kıtayı terk etmek için sabahı bekleyene kadar onu yedi bitirdi. Şimdi daha iyi anlamıştı sessizliğin huzura değil, kısılan seslere ait olduğunu. Audrey’in göz bebeklerinden Ephraim’in hafızasına kazınmıştı avaz avaz susmak nedir? Daha kendi benliğini kavrayamamış olan Audrey nasıl olur da başka bedenlerin bedenine temasını anlayabilirdi. Oyun muydu gerçek mi, kabus muydu hayal mi? Herkes ona yaşananların bir oyundan ibaret olduğunu söylese de o biliyordu bir şeylerin yolunda gitmediğini, oyun bir çocuğu mutlu ederdi Audrey’in canı acıyordu.
Ruhu incinmişti ama daha kolay idrak edebildiği şey apaçık ortadaydı. Ağrılar, morluklar, acılar. Audrey -belki içindeki sönmüş balonları, üst üste mezarları gördüğünden bilinmez- kimseye anlatamadığı her şeyi dökmüştü içinden Ephraim’in içine ve derin bir nefes almıştı. Ephraim’se çoktan Audrey’i de yanında götüreceği yolculuğun biletlerini almak için yola koyulmuştu. Audrey’in içindeki savaş, Filistin’in savaşından besbeterdi. Audrey, Esther ve Noa ile de çok iyi anlaşırdı hem. Onu ailesiyle bırakmamaya söz verdi Ephraim. Ve Audrey Ephraim’in göğsüne kafasını yaslamış güvenle uyurken, güneş mesaiye tekrar başlamıştı. Yol çok uzundu, Ephraim defterini çıkardı.
Uyanıverir yatağında istemediği eller yanağında
Bu kan da neyin nesi bacağında
Kalkar giyer önlüğünü, saçları örülür Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür
Uzun yolculuğu arasında artık açık tutmakta zorlandığı gözlerine direnmemeye karar verdi. Audrey’in üzerini örtüp, yanağını okşadı ve bir daha uyanamayacağı rüyasında buldu kendini…Avustralya yolculuğunda gözlerini tanımak için büyüttüğü Khaled karşısındaydı capcanlı. Audrey, Audrey !! diye Audrey’i ararken etrafında, sağında bitap düşmüş anne babasını buldu. Khaled yaralıydı, kendine baktı Ephraim. Hafızası gördüğü her şeyi doğru sıraya koymakta, rüya mı gerçek mi kavramakta çok zorlanıyordu. Biraz zaman geçtiğinde hatırlamaya başladı olan biteni.
Birkaç ay önce bir sabah vaktiydi, evinin yakınlarına düşen bombalarla ailesini, evini kaybeden Khaled diğer her Filistin’li çocuk gibi yakmıştı Ephraim’in yüreğini. Apar topar üzerini giyinip Khaled’e yardım etmeye gitmiş tam ona sarılıp yüreğini yüreğine katacakken ne olduğunu anlayamadıkları bir ses işitmişlerdi. Ephraim şimdi anlamıştı baktığı her göz bebeğinde ruhunu delip geçen bakışların Khaled’in son bakışları olduğunu; şimdi anlamıştı onu bırakmayan sesin duyduğu son ses olan Khaled’in sesi olduğunu…
“Ephraim!” demişti Khaled, “Savaş dışarıda değil, savaş büsbütün içlerinde…”