Saat kaç bilmiyorum. Arkamdakilere bakmadan yürüyorum. Necip Fazıl’ın Kaldırımlar şiirini içimden mırıldanıyorum. “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında/Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.” öyle işte…
Bir mahkumum geceye hapsolmuş yalnızlığımla. “Tak tak” ayak sesleri gölgemden geliyor boş sokakta. Evlerin ışıkları sönmüş, hissizliği yanıyor adeta. Unutulanlar unutanları unutmuyordu maalesef. Ellerime kelepçe vuruyor unutmaya çalıştıklarım da nihayet.
Ayaklarım sahile sürüklüyor beni. Yaptığım iyiliklerin tümünü denize atmam için olmalı. Hafif esse de saçlarımı birbirine karıştırıyor rüzgar. Zifiri elbisesini giyinmiş gökyüzündeki dolunay parlıyor önüme. İskeleye varıyorum. Bir adam duruyor dumanlı bakışlarıyla. Geçen hafta sahilde gördüğüm adamdı bu adam. Evet hatırladım oydu. Hatta ona “Hayatın boyunca yaşadıklarından soluksuz kaldığın için mi elindeki bir dal sigarada nefes almaya çalışıyorsun?” demiştim. Görüyorum da yine sigara içiyordu. Yanına doğru yürüdüm. Adımlarımı onun saatine uydurarak yanaştım. Arkasından:
“Demek sendin iskeleye çöken sis be baba!” dedim. Bana döndü:
“Sennn…”
Beni tanımışa benziyordu. Görmesini engelleyen göz torbalarıyla beni nasıl çıkardı anlayamıyorum. Baba deyişime hiç bozulmuşa benzemiyordu üstelik. Omzuna aldığı siyah paltosuyla ellili yaşlardaki bu adamı görünce babamı hatırladığımdan “Baba” demiştim. Hem de bir yabancıya. Gerçi ben bana yabancıy(d)ım peki ona ne demeli?
“Seni hangi rüzgar attı iskeleye?” dedi ufuklara bakarak. Ben de elimi havaya kaldırarak ayı işaret edip:
“Beni iskeleye atan rüzgar değil, iskelede sona eren önüme aldığım pusulam, işte şu dolunayın ışığı.” dedim.
“Geçen hafta soruma cevap vermedin baba farkında mısın?”
“…”
Elindeki sigarayı anında yere attı ve ayağının ucuyla ezdi. Bu soruyu sorduğumda geçen hafta yaptığı hareketin aynısını yaptı. Herkesin bir yarası vardı. Acaba onunki neydi merak ediyorum. Yarası olanlar neden deniz kıyısını seçer? Yarasına, dalga geçen denizin tuzunu basmak için mi? Ben ne bulursam onlar da onu buluyordu herhalde.
Bazen karanlıkta kalırsın. Düşüncelerin de düşünce… Önünü görmez olursun. Geldiğin yeri unutur, gideceğin yeri bulamazsın. Öyle bir geceydi bu halim. Bir şeyler öğreneceğim geçen saatlerden ve bu sessiz yaralı yüreklerden….
Mekana alıştım saatler ilerledikçe. Gecenin sarmaşıkları sarmıştı yanımdaki ellilikle beni. Uyumuyor fakat üstümüze örttüğümüz bu geceden uyanmak istemiyorduk. Sırt üstü yattığım yerde ellerimi iki yana açarak gökteki yıldızları kucağıma aldım sarılır gibi. Sağ elim bir şey kavradı. Artık uykusuzluktan benim de gözlerimde torbalar oluşmuştu. Kısık gözlerimle pek ayırt edemiyordum. Kendime doğru çektim elimdekini.
“Orada mıymış hırsız?” derken her bir teli çığlık atmak isteyen keman gibiydi bizim babanın sesi.
“Yooo! Benim amacım hırsızlık değil bakın…”
“Evladım bi dinle beni. Sen değil elindekine diyorum ben.”
Hemen doğruldum. Elimde tuttuğum şey aynı babanın sesi gibi telli bir çalgıydı. Emin olmak için elimdekini ay ışığına doğru tuttum. Elimdeki hırsız bir sazmış meğer.
“Şu güzelim saza hiç hırsız denir mi baba?”
“O elindeki güzelim saz neler çaldı bir bilsen! O saz; kendini eline alanla türkülere mi eşlik etmedi, sevgilisinin saçlarını mı teline eklemedi, kendisini tutana büyü mü etmedi, ona acıklı değince yaranı mı deşmedi…”
“O kadar kötülüğü bu güzelim saz mı etti gerçekten?”
“He ya! Bir çalmaya başlayınca bırakamıyorsun. Elinden önce ruhun gidiyor tellerine. Vuruyorsun bırak beni diye ama bırakmıyor hırsız. Sen vurdukça o senden çalıyor.” dedi ve gece ile kendini kamufle ettiği paltosunun cebinden bir dal sigara çıkarıp yaktı.
“Elimdeki saz hırsız kabul. Kabul de şimdi içtiğin o sigara sağlığını çalarak hırsız olmuş olmuyor mu?” dedim.
Şafak sökmeye başlıyor. Gökyüzüne bir renk geliyor. Deniz kulak kabartmış konuşmalarımızı dinliyordu. Bayat bir gülümseme oldu gri sakallı yüzünde sessizce elliliğin. Dağınık sarı ama beyazlamış saçlarında elini gezdirdi. Elimdeki saza bakıp sigarasının dumanını öyle bir çekti ki içine, içindeki ateşin dumanını insanlar görür de söndürmesin diye içine hapsettiğini sanırdınız. Sonra bana baktı bal rengi gözleriyle. Dumanlı değildi bakışları ilk gördüğümkü gibi. Elimdeki sazı çalmaya başladığımı görünce bir yanardağdaki -ya da yanan bağrındaki- dumanı üfleyerek dışarı bıraktı.
“Bak! Şimdi sen benim hislerimi çalıyorsun evlat.”
İçimizde ne çok hırsız var. Biri aldı beni götürdü sonra sattı hem de yok pahasına… Ansızın kapıyı çalan, bilerek veya bilmeyerek gönül çalan, şarkılarına ıslık çalan, vicdanlı veya vicdansızca yerden yere çalan, karşısındakine her telden bir şeyler çalan, bir kıyak yapıp felekten gün çalan, hayatlarca sahne sahne rol çalan… Kendi kendime “Sensin hırsız!” dedim. Sensin tabii elindeki sazla insanların hislerini çalan, tercüman olan…