Yas: İnsanlaşma Süreci

(…)Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir ruzigar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
“Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı.”

-Orhan Veli Kanık-Kitabe-i Seng-i Mezar

Yas süreci nedir? Cem Kaptanoğlu yas sürecini şöyle tanımlıyor: Yas tutan kişinin, grubun, topluluğun ya da toplumun yitirilen şeyin, şeylerin, insanların, sevilenlerin, ideallerin zihinsel temsilini benim zihnimde onunla ilgili olan bütün bellek kayıtlarını ele almak. Anılarımız yani onunla var olan ilişkimiz, onun söylediklerini, yaptıklarını bunları ele almak gözden geçirmek için benim başvurduğum bütün zihinsel etkinliklere yas süreci denir. Hem onunla ilgili düşüncelerimi ele alırım hem de duygularımı ele alırım. Yas böyle bir şeydir ve yas tutma süreci ötekini bir bakıma içimde gömme sürecidir.

Dışarıda çeşitli ritüellerle gömülmesi ölünün benim içsel yasıma önemli bir katkısı ve etkisi oluyor. Burada benim içsel sürecimde o kaybettiğimle ilgili bütün duygu, düşünce yani bilişsel, duygusal anlamlarını bu kaybın gözden geçirmem demektir. Yas sadece kaybolup giden, ölüp giden bir ötekiyle ilgili değildir. Ötekiyle olan ilişkimizi bir bakıma şairin de söylediği gibi “Ben ötekidir.” denilebilecek kadar kendimizi öteki üzerinden kurarız. Bir anne, kızını kaybettiyse bir anne olarak kendini de kaybeder. Bazen ötekine yaptığımız yatırımlar öylesine çoktur ki hayatımızda mesela “O bizim her şeyimizdi.” deriz. Bizim benliğimizden büyük bir parçayı alır. Diyelim ben eş olarak eşimi kaybettim ve ben kendimi ağırlıklı olarak onun eşi üzerinden kurduysam hep onun eşi olarak bensem benden geriye çok az şey kalır. Kendimi ideolojik anlamda ya da siyasi bir anlamda kurduğum zaman da bu böyledir. Mesela, kendimin büyük bir kısmını oğlumun babası olarak kurduysam bütün hayallerimi onun üzerinden kurduysam -narsistik yatırımlardır bunlar- önemli bir parçamı kaybederim. Sevgili kayıpları da böyle tabi. Ayrılık da bir kayıp, illa ölmesi gerekmiyor. Buna narsistik mortifikasyon da deniliyor. Narsistik olarak benim ölmem demektir. Kendimi ben onun üzerinden seviyorum çünkü. Kendini sevmemeye başlama gerçekleşiyor. Bazı ölümlerin ardından kişinin de somut ve soyut olarak ölmesi buradan ileri geliyor. Şimdi demek ki ben ötekini kaybedince şu soruları soruyorum: “O gittikten sonra benden geriye ne kaldı?, Ne kaldı bende?, Şimdi ben neyim?” Tam da yas bunların cevaplarıdır. “Yeniden başlayabilir miyim?, Yeniden kendimi kurabilir miyim? Yeniden bir şeyleri sevebilir miyim?, Yeniden hayattan zevk alabilir miyim?” Bu her yas yaşayan insanın bir parçasıdır. Hatta hala yası, acısı yoğun olan kişi hayattan zevk alan insanlara şaşırır. Hatta öfke duyar. Bunların bütün yanıtlarının verilmesi gerekiyor. Bunun yanıtını verirken siz kaybettiğiniz kişiyle ilgili olarak o kaybedileni iyi ve kötü yanlarıyla da ele almanız gerekiyor. Benim onunla ilgili duygularım ve düşüncelerim var. Ama bütün hepsinin iyi olması mümkün değil. Ben onunla ilgili çok kötü şeyler de düşündüm, çok kötü şeyler de yaşadık. İyi şeyler de vardı. Bütün bunların ele alınması lazım. Bir kaybın olduğunu anlamak gidenle birlikte gidenin geri gelmemek üzere gittiğini idrak etmek belli bir zihinsel işleyişi yani yaşadıklarımızı zihnimizde anlamlandırıp sembolize edebilmemizi getiriyor. Bu, insanın bir bakıma insanlaşma süreciyle beraber eş zamanlı olarak yaşadıklarını anlamlandırma, herhangi bir hayvandan farklı olarak yaşadıklarını bir şekilde o topluluk içinde sembolize etme gibi bir özelliğini tanımlıyor. Buradan yola çıkarak da insanı tanımlamanın çeşitli biçimlerinden biri; insan ölümlü olduğunu bilen bir varlık. Yani bir şekilde bir sonu olduğunu ve bir ölüm olgusu ile karşılaşacağını biliyor. Bu, insan olmayla ilgili farkındalığın kendisine dışarıdan bakıp kendisiyle ilgili süreçleri anlamlandırabilmenin bir boyutudur. Ben dışarıdan kendime bakıyorum ya da sevdiklerime bakıyorum. Ötekilere bakıyorum ve diyorum ki: “Evet bu kişi şimdi yaşıyor, konuşuyor, canlı, benimle ilişki içinde ama o da ben de bir gün öleceğiz. Bir gün bir başka yere bir başka boyuta geçeceğiz. İnançlarıma, düşüncelerime göre veya hiçliğe gideceğiz, yok olacağız.” Bu insan olmayı, insan zihninin işleyişini tanımlayan önemli bir farkındalıktır. Bu, insanlık tarihinde ne zaman fark edilmiş diye bakıyoruz. Çünkü bu uygarlık süreci ve uygarlık tarihini antropologlar, tarihçiler anlamlandırırlarken bu farkındalık çok önemli bir kriterdir. Buradan çıkarak da şuna bakılıyor: İnsanlar ne zaman ya da sürüden topluma geçen ve insanlaşan varlıklar ne zaman ölülerini gömmeye başladılar? Uygarlık tarihinde insan olmamızla ilgili tanımlamalar, anlamlandırmalar açısından bu çok önemli bir kavşak. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki 80-90 bin yıl önce neandertal insanlar ölülerini gömmeye başladılar. Onlara insanlar diyoruz bu anlamda. Çünkü ölenlerle bir empati kurabiliyorlardı. Ölenlerle duygusal bir ilişkileri vardı, ölen ötekiler onlar için bir anlam ifade ediyordu ve bir birliktelikleri vardı. Herhangi bir hayvan sürüsünden farklı bir şeydir insanların gömülmeleri. Onlar öldüğü zaman herhangi bir nesne, bir madde olmadıklarını ve ölümden sonra da bir şekilde hayatlarıyla ilgili bir tasavvurun, bir düşüncenin olduğunu bize gösteriyor. Örneğin; ölüleri sadece gömmüyorlar. Yanına çiçek koyuyorlar ya da belli biçimde gömüyorlar.

Bu öyle uç noktalara kadar gidiyor ki ileri dönemlerde hizmetkarlarını da ölenlerin yanına gömüyorlar bazen. Ama bu dönemde bir şekilde belli yerlere gömüldüklerini görüyoruz ve ilginç bir şekilde de bu gömme işleminin yaşanılan bölgeden çok uzak yerlere olmadığını, yani ayrılıkla ilgili bir kaygıyı taşıdığını hatta evlere, yaşanılan yerlere gömüldüğünü görüyoruz. Bu özellikle ölen bir çocuksa çok daha yakına, evin içine gömüldüğünü biliyoruz yapılan kazılardan, incelemelerden. Şimdi burada gömme ritüellerinin çeşitliliği, tarih içerisindeki aldığı biçimler bize o uygarlıkla ilgili son derece önemli bilgiler veriyor. Kemikleri toplayıp kemikten evler yapmak var. O kemikleri ateşte temizleyip evin içerisinde bir yere gömmek var. Bu nereye kadar gidiyor? Piramitlere kadar gidiyor. Bizim ülkemizde de 10.000 yıl önceye kadar gidiyor diyelim. Mezopotamya’da, Akdeniz kıyılarında vesaire çeşitli mezarlar var. Bu çok değişik biçimlerde oluyor. Toprağa gömme, küp içerisine gömme, toplu olarak gömme ya da anıtlar yapmak gibi olabiliyor. Likya mezarlarını düşünün. Taş, değişmez kalıcı mezarlar yapma gibi durumlar söz konusu. Şimdi burada ölenle ilgili zihnimizde bir süreklilik arzusu var. Onu burada tutma var. Örneğin; bir gömme ritüelinde yanına bir parça toprak konuluyor orada ekip biçsin diye. Ya da bir başka ritüelde sevdiği köpeği mutlaka yanına konuluyor ya da diğer ritüelde deniliyor ki oğlu varsa mutlaka onu mezara indirecek olan o olmalıdır ya da onun varisi olan kişi olmalıdır. Bizim de tabii ki halen sürmekte olan ritüellerimiz var.

Yas, kaybedenleri bir şekilde, en azından belli bir süre dokunulmaz kılıyor. Yani onları rahatsız etmeme hali. Bu anlamda pek çok ritüelimiz var. Bu da ölümle ilgili insanların algılarını, anlamlandırmalarını ve tabii ki ölen kişiyle ilgili duyguları, onunla ilgili ölüme, ölene affettikleri önemi gösteriyor. Uygarlık tarihi boyunca ölüye ve ölüme belli bir anlayış, saygı, anlamlandırma çabası içindeyiz. Yası biraz daha açmak gerekirse, yas sevilen bir insanın, sevilen bir nesnenin de bir kaybı olabilir. Bizden bir şeyler alıp götüren, bizim ruhsal yatırım yaptığımız, kendimizi onun üzerinden kurduğumuz, bu genellikle ve temel olarak bir insan oluyor. Oğlunu, kızını kaybeden bir anne, kendisini anne yapan o kız, o oğul üzerinden anneliğini kaybediyor. Son derece narsistik, bencilce de bir şey var. Ben kendimden de bir şey kaybediyorum. Dışarıda, benden bağımsız ötekini kaybettiğim gibi kendi kimliğimden de bir şey kaybediyorum. Bu anlamda benden de alıp bir şeyler götürüyor bu kayıplar. Sevilen bir insan dedik ama bu bir ülkede olabilir, özgürlük de olabilir. Bu bir ideal de olabilir. Bütün bunların yani bir insanın yerini almış soyut kavramların da kaybına karşı bir tepkidir yas. Bizim dünyayla ilgili gelecekle ilgili belli bir toplumsal ilişkilerle ilgili bir hayalimiz, tahayyülümüz varsa ve bunu kaybediyorsak bunun olacağıyla ilgili inançlarımız zayıflıyorsa bu da bir yası gerektirir. Toplumumuzda belli grupların bu yasları yaşadığını biliyoruz. Gelecekle ilgili planları, hayalleri, gelecekle ilgili ümitleri “Gerçekleşmeyecek, mümkün değil artık” diyen insanların sayısının çoğaldığını görüyoruz. Bu ülkeden ayrılanlar da göç hayalleri kuranlarda da bir yas var esasında. Tabii bu konumuz olan sevilen birinin gelmemek üzere gitmesi yası, insanlık tarihi boyunca çok temel ritüellerle, taziyelerle anlamlandırılmaya çalışılan, ötekilerle paylaşılan bir süreçtir. İnsanlar bunu ötekilerle paylaşmak istiyorlar. Çünkü kayıp insanlara acı verir ve insan ruh sağlığı içinde acıdan kaçma gibi bir eğilim vardır. Bu eylem yasınızı reddetme, o gidenin geleceğiyle ilgili düşünceler, o giden hiç gitmedi esasında yaşıyormuş gibi olduğu “Evet gittiğini, öldüğünü biliyorum ama esasında o burada” dediği hepimizin zaman zaman tanık olduğu çok farklı yas süreçlerine neden olur. Onun dolabı bozulmaz, onun masasına her gün tabak konulur, o gelecekmiş gibi bazı kararlar alınır. Bu yasın uzamasına neden olur. Yasın paylaşılması bu eğilimi bir şekilde hafifleten bir süredir. Ötekiler size diyor ki: “Başınız sağ olsun.” Bu her başınız sağ olsun da o gitti gelmeyecek demektir. Onların tanıklığıyla biz gerçeği yani onun olmadığı bir dış dünyayı kabullenmeye başlıyoruz. Yazıyı William Shakespeare’nin Macbeth 4. Perde 3. Sahnesiyle yapmak istiyorum:

“Acınızı kelimelere dökün; çünkü dile gelmeyen acı // Zaten dolu olan yüreğe akar, onu parçalamaya zorlar.”

NO COMMENTS

LEAVE A REPLY

Bir yorum girin
Adınız

Exit mobile version